Av. Cemil Deveci
Son yıllarda özellikle ABD merkezli bazı diplomatik ve akademik çevrelerde, Türkiye ve Ortadoğu devletlerinin yapısal meşruiyetini sorgulayan söylemler dikkat çekici biçimde çoğalmaktadır. Özellikle “Güçlü ulus-devletler İsrail için bir tehdittir”, “Osmanlı’nın millet sistemi daha kapsayıcıydı”, “Cetvelle çizilen sınırlar meşru değildir”, “Kurtuluş Savaşı ortak bir etnik mücadeleydi” gibi ifadeler, yalnızca tarihî gerçeklikleri tartışma iddiası taşımaz; aynı zamanda günümüzün jeopolitik hedefleriyle yakından ilintilidir.
Bu yazıda, söz konusu söylemlerin tarihsel bağlamı ve güncel yansımaları analiz edilerek, Ortadoğu’da ulus-devlet modelinin sorgulanmasının arka planı incelenecektir.
Ulus-devlet modeli, Batı Avrupa’da 1648 Westphalia Barışı’ndan itibaren gelişen siyasal bir yapılanmadır. 19. yüzyılda Fransız Devrimi ile birlikte “halk egemenliği”, “eşit vatandaşlık”, “millî irade” gibi kavramlar bu modelin temelini oluşturmuştur. Osmanlı İmparatorluğu ise çok-kökenli ve çok-dinli yapısıyla bu modele yabancıdır.
Cumhuriyet’in 1923’te kuruluşu, sadece bir iktidar değişimi değil, Bağımsızlık savaşı vermiş anti Emperyalist gönüllü, ortak vatan ve laik/eşit vatandaşlık temelli bir ulus kimliğinin inşasıdır. Türk milleti tanımı etnik değil, siyasal bir tanımdır.
1924 Anayasası’ndaki “Türkiye halkına” gönderme, bu yönüyle kapsayıcı bir çerçeve sunmaktadır. Ancak bu yapı, son yıllarda yeniden sorgulanmakta ve alternatif olarak Osmanlı’nın “millet sistemi” önerilmektedir.
Osmanlı’nın “millet sistemi”, modern anlamda bir çoğulculuk örneği değil, cemaatler üzerinden tanımlanmış hiyerarşik bir aidiyet sistemidir. Ermeni, Rum, Yahudi ve Müslüman milletler kendi dini liderlerine bağlıdır. Bu sistemde birey değil, cemaat esastır. Modern demokrasinin temel ilkeleri olan bireysel haklar, eşit vatandaşlık ve kamu hukuku bu yapıda yoktur.
Bu yönüyle millet sistemi, günümüzün eşitlikçi siyasal düzenleriyle bağdaşmaktan uzaktır. Bu sistemin romantize edilerek günümüzün çok-kültürlü, çok-etnikli siyasal modellerine ilham kaynağı yapılması, tarihsel bağlamından kopuk, güncel hedefleri olan bir okumadır.
-1916 Sykes-Picot Anlaşması, Osmanlı sonrası Ortadoğu’nun Fransız ve İngiliz nüfuz alanlarına bölünmesini öngören gizli bir mutabakattı. Bu anlaşma, 20. yüzyılda özellikle Arap milliyetçileri tarafından yoğun biçimde eleştirilmiştir. Ancak bugün bu söylemin ABD ve İsrail çevreleri tarafından gündeme getirilmesi ironiktir.
Çünkü “sınırlar cetvelle çizildi” söylemi, genellikle yeni sınırları meşrulaştırma aracı olarak kullanılmaktadır. Irak’ın üçe bölünmesi, Suriye’nin fiilen kantonlara ayrılması, Türkiye’nin güneydoğusunda özerklik taleplerinin yükselmesi bu söylemle aynı döneme denk gelmektedir. Haritalar bir kez daha masaya yatırılmaktadır.
Kurtuluş Savaşı’nın çok-etnikli karakteri, tarihsel olarak doğrudur. Özellikle doğu cephelerinde Kürt aşiretlerin, güneyde Arap unsurların ve yer yer Çerkezlerin katkıları olmuştur. Ancak bu katkılar, bir etnik federasyon anlayışını değil, birlikte verilen bir bağımsızlık mücadelesini temsil eder. Mustafa Kemal’in mecliste yaptığı 1920 ve 1921 konuşmalarında, bu birliktelik “milletin müşterek iradesi” olarak tanımlanmıştır.(Nutuk. 1927) Gönüllü, ortak vatan ve eşit yurttaşlık temelinde birlikte yaşam kararlılığıdır.
Günümüzde bu tarihsel gerçekliğin altı boşaltılarak ve Sykes-Picot hayalinden esinlenerek Ulusal Kurtuluş Savaşını, “Türkler tek başına kazanmadı, öyleyse her etnik grubun siyasal statüsü yeniden tanımlanmalıdır” söylemi, millî egemenliği etnik parçalara bölerek yeniden kurma çabasının tarihî zeminini hazırlama işlevi görmektedir. Bu söylemler dostane değildir ve ülke birliğini bütünlüğünü, sınırımızdaki ülkelerde olduğu gibi bozmaya yöneliktir. Bu güruha içerden katılanlarda Anayasayı ihlal suçu işlemektedirler.
Ortadoğu’da uzun süredir süregelen vekalet savaşları, enerji kaynakları ve jeopolitik rekabet, sadece sınırları değil, siyasal rejimleri de yeniden biçimlendirmektedir. ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında tanımladığı hedeflerin çoğu, etnik ve mezhebi bölünmelerin siyasal temsille güçlendirilmesini içermektedir.
Bu noktada, ulus-devlet karşıtı söylemlerin demokratikleşmeyi değil, parçalanmayı hedeflediğini söylemek mümkündür. Türkiye gibi üniter yapıya sahip ülkeler, bu söylemler karşısında eşit vatandaşlık ilkesini koruyarak demokratik açılımlar yapabilir; ancak etnik kimlik temelli yapısal dönüşümler, parçalanma riskini doğurur.
Tarih, yalnızca geçmişin aynası değil, bugünün hesaplarının da zeminidir. Bu nedenle, Osmanlı’nın millet sistemi ya da cetvelle çizilen sınırlar gibi konular tarihsel bağlam içinde değerlendirilmeli, jeopolitik araçsallaştırmalara karşı dikkatli olunmalıdır.
Bugün Türkiye’nin görevi, eşit yurttaşlık temelinde çoğulcu ama bölünmez, demokratik ama merkezi bir siyasi yapıyı güçlendirmektir. Ortadoğu’da barış ve istikrarın yolu, ulus-devletlerin çözülmesinden değil, demokratikleşerek güçlenmesinden geçmektedir.
ORTADOĞU’DA YENİ HARİTA: SİLAHLAR SUSARKEN PLANLAR DEVAM EDİYOR (2)
Av. Cemil DEVECİ
Ortadoğu, yüzyıllardır jeopolitik hesapların, enerji savaşlarının ve dış müdahalelerin odak noktası oldu. Ancak son otuz yılda yaşananlar, bölgenin yalnızca kaderinin değil, haritasının da yeniden çizilmek istendiğini gösteriyor. Graham Fuller’in “Ilımlı İslam” projesinden Richard Perle ve Paul Wolfowitz’in “Yeni Amerikan Yüzyılı” stratejisine, Tom Barrack’ın “Güçlü ulus-devletler İsrail’e tehdittir” sözünden Trump’ın Kudüs kararına kadar birçok gelişme, Ortadoğu’daki siyasal düzenin dışarıdan planlandığını açıkça ortaya koyuyor.
Bu düzenin içinde Türkiye, PKK, Suriye ve İsrail nasıl konumlandırılıyor? Asıl soru bu.
ABD’nin “ılımlı İslam” projesi, siyasal İslam’ı kullanarak bölgedeki milliyetçi direnişleri kırmayı hedefliyor. Bu noktada PKK’nın silah bırakma tartışmaları da, bölgesel denklemde Türkiye’nin konumlandırılmasında stratejik bir rol oynuyor. Örgütün silahsızlanması, sadece iç barışla değil, Türkiye’nin dış siyasette Batı ekseninden kopmamasıyla da yakından ilişkili.
İsrail ise bölgede etnik ve mezhepsel fay hatlarını derinleştiren politikaların en güçlü uygulayıcısı olarak öne çıkıyor. Suriye’de yaşanan iç savaş, yalnızca Esad rejimini değil, Sykes-Picot sonrası kurulan tüm bölgesel dengeleri hedef alıyor.
ABD ve İsrail’in son 30 yılda uyguladığı “böl-yönet-kontrol et” stratejisi, bölgede ciddi tahribatlar yarattı. Irak’ın parçalanması, Suriye’nin kan gölüne dönmesi, Lübnan’ın çöken devleti, Yemen’deki, Gazze’deki insanlık dramı… Ancak artık sahnede sadece Washington ve Tel Aviv yok. Tahran, Moskova ve Pekin, Ortadoğu’da dengeleyici aktörler hâline geldi.
Çok kutuplu dünya düzeninde Türkiye’nin tercihi ne olacak? Batı’nın ön koşullu ortaklığı mı, yoksa Avrasya’nın eşitlik temelli diplomatik modeli mi?
Ankara’nın NATO üyeliği, AB hayali ve ABD ile askeri bağları bir gerçek. Ancak son yıllarda Rusya ile geliştirilen S-400 süreci, İran ile yürütülen bölgesel işbirliği ve Şanghay İşbirliği Örgütü’ne yönelik yakınlaşmalar, Türkiye’nin eksen değişikliğine açık olduğunu, en azından eşikte olduğunu gösteriyor.
Asıl mesele burada; Türkiye, eşit, bağımsız, Batı’ya da, Doğu’ya da, Ortadoğu’ya da güven veren, Bölge ve Dünya barışını önceleyen, bir politik yol haritası çizmeli ve bunu devlet politikasına dönüştürmelidir. Bu yeni jeopolitik denklemde yalnızca savunma değil, üretim, enerji ve finans alanlarında da çok kutuplu dünyaya entegre olunmalıdır.
Dünya, sadece siyasi eksende değil, aynı zamanda ekonomik düzlemde de büyük bir dönüşüm yaşıyor. Doların mutlak egemenliğine dayalı Bretton Woods sonrası finans sistemi, kırılganlık sinyalleri veriyor.
ABD’nin faiz politikaları, küresel borç krizini derinleştirirken; BRICS, Kuşak-Yol ve yerel para birimiyle ticaret gibi inisiyatifler alternatif bloklar oluşturuyor. Türkiye, bu süreçte sadece ithalat ve dış borç merkezli değil, üretim ve bölgesel işbirliği odaklı bir ekonomi modeli geliştirmek zorunda.
Rusya-Çin merkezli enerji ağları, İran-Türkiye işbirliğiyle gelişecek ticaret koridorları, Türk Devletleri Teşkilatı gibi yapılar Türkiye’nin yeni ekonomik bağlamını belirleyebilir ve güçlendirebilir. Hep denir ama bu gün Türkiye’nin coğrafi konumu çok büyük değerdir. Bu fırsat kaçırılırsa büyük bir yük olarak sırtında kalabilir.
Bir ülkenin dış politikası, çoğu zaman iç düzeninin bir yansımasıdır. Demokratik kurumları ve ekonomisi çökmüş bir devlet, dışarıda ne bağımsız olabilir ne de itibarlı.
Türkiye, bağımsızlık hedefini gerçekleştirmek için içeride güçlü bir hukuk devleti, şeffaf kamu yönetimi, üretken bir ekonomi ve özgür yurttaşlar sistemine geçmek zorundadır.
Siyasal partilerden çok daha geniş bir “toplumsal sözleşme” inşa edilmelidir. Bu da yeni bir anayasa, güçlü yerel yönetimler, özgür medya ve bağımsız yargı reformuyla mümkündür.
TÜRKİYE İÇ POLİTİKASINDA DÖNÜŞÜM GEREKLİLİĞİ: EMPERYAL PROJELER KARŞISINDA DEMOKRATİK DİRENÇ (3)
Av. Cemil Deveci
Siyasal Egemenlik Zayıflıyor, İç İktidarlar Dış Stratejilere Ekleniyor:
Son yirmi yılda Türkiye’deki iktidarlar, ABD ve Batı’nın Ortadoğu projeleriyle zaman zaman örtüşen, zaman zaman çelişen politikalar izlediler. Ancak özellikle 2002 sonrası süreçte, “model ortaklık”, “ılımlı İslam”, “stratejik derinlik” gibi kavramlar üzerinden şekillenen dış politika; AKP iktidarı ile birlikte Türkiye’nin iç siyasi yapısını da dönüştürdü.
Merkezi bürokrasi ve dış politika kurumsallığı büyük ölçüde zayıfladı.
Ordu-sivil dengesi, Batı’nın yönlendirmesiyle yeniden kuruldu.
Yargı, medya ve eğitim kurumlarında kimlik temelli kadrolaşma süreci başladı.
Siyasal meşruiyet, halk iradesinden çok dış krediler ve Batı ile uyum üzerinden tanımlandı.
Bu gelişmeler, emperyal projelere dirençli devlet aygıtının parçalanmasına ve iç yapının dış stratejilere daha açık hâle gelmesine yol açtı.
Ancak aynı dönemde Türk toplumu içinde ciddi bir sorgulama ve direnç potansiyeli de oluştu. Gezi Direnişi, 15 Temmuz sonrası oluşan millî duyarlılık dalgası, son yıllarda yükselen ekonomik tepkiler ve haksızlığa, hukuksuz tutuklamalara, kayyumlara karşı yükselen toplumsal direnç, küresel müdahalelere ve iç iktidarın dışa bağımlı politikalarına karşı doğal reflekslerini gösterdi.
“Ulus devlet” ve “laik hukuk devleti” savunusu, toplumun farklı kesimlerinde yankı buldu.
Özellikle genç kuşakta; emperyalizme, kimlik siyasetine ve otoriterleşmeye karşı bir bilinç gelişiyor.
Yerli ama evrensel değerlere açık bir demokrasi arayışı yaygınlaşıyor.
Türkiye’nin bu emperyal projelere karşı durabilmesi için sadece dış politikada değil, içeride de gerçek bir demokratik dönüşüm yaşaması gerekiyor. Bu dönüşümün temel taşları şunlar olmalı:
Güçlü ve tarafsız kurumlar: Yargı, medya, üniversiteler ve ordu yeniden kamusal çıkar temelinde yapılandırılmalı.
Yurttaşlık bilinci: Aidiyetin mezhep, etnisite ya da lider sadakatiyle değil; eşit yurttaşlık ilkesiyle tanımlandığı bir kültür inşa edilmeli.
Siyasi partilerde iç demokrasi: Parti içi otoriter yapılar kırılmalı, lider kültü yerine kadro hareketleri öne çıkmalı.
Ekonomik bağımsızlık: Uluslararası fonlara ve sıcak paraya dayalı büyüme modeli yerine, üretim temelli, bölgesel kalkınmayı hedefleyen bir yapı kurulmalı.
Eğer Türkiye emperyal projelerin basit bir parçası değil, bölgesinde istikrar sağlayan bağımsız bir aktör olmak istiyorsa; bu sadece dış politika tercihleriyle değil, içeride inşa edilecek demokratik, eşitlikçi ve katılımcı bir cumhuriyet anlayışıyla mümkündür. Bu yeni anlayışın temeli; halk iradesinin sahici temsili, güçlü kurumlar ve eşit yurttaşlıktır.
AKP SONRASI DÖNEM: TÜRKİYE’Yİ BEKLEYEN YENİ YOL AYRIMI (4)
Av. Cemil Deveci
AKP, 2002’den itibaren Türkiye siyasetinin belirleyici aktörü oldu. Başlangıçta liberal demokratik reformlar ve AB süreci ekseninde şekillenen politikalar, zamanla otoriterleşme, kişisel liderlik ve dışa bağımlılıkla karakterize bir yapıya dönüştü. Bu süreçte:
Demokratik kurumlar zayıflatıldı, hukuk devleti ilkeleri geriledi.
Ekonomik büyüme kısa vadeli sermaye hareketlerine dayandırıldı.
Dış politika pragmatizminden milliyetçi-muhafazakâr bir çizgiye kayıldı.
AKP sonrası dönemde Türkiye’nin karşılaşacağı iki ana yol ayrımı ortaya çıkıyor:
Otoriterlik ve Merkeziyetçilik mi? Yoksa Demokratik Yenilenme mi?
Otoriterliğin sürdürülmesi, merkezî karar alma mekanizmalarının güçlendirilmesi, dış politikada pragmatik ama sınırlı bağımsızlık.
Demokratik kurumların güçlendirilmesi, yerel yönetimlerin ve sivil toplumun rolünün artması, hukukun üstünlüğünün sağlanması, yurttaşlık kültürünün geliştirilmesi.
Bu yol ayrımı sadece siyasi partiler arası rekabet değil, aynı zamanda Türkiye toplumunun demokratikleşme ve özgürleşme iradesinin sınavıdır.
Türkiye’nin önündeki yol ayrımında bölgesel ve küresel gelişmeler de belirleyici olacaktır:
ABD, Rusya ve Çin gibi büyük güçlerin Ortadoğu politikaları,
Avrupa Birliği ile ilişkilerin seyri,
Bölgesel çatışmalar ve mülteci krizleri,
Ekonomik krizlerin ve enerji politikalarının yönetimi,
bu faktörler Türkiye’nin hem iç hem dış politikasını doğrudan etkileyecektir.
Türkiye’nin geleceği için öneriler ve stratejik vizyon:
Türkiye, ABD ve Rusya gibi güç dengelerinin arasında esnek, çok yönlü ve çıkar odaklı bir dış politika geliştirmeli. Bu kapsamda;
Bölgesel işbirliklerine öncelik verilmeli,
Enerji koridoru ve ekonomik entegrasyon projeleri hızlandırılmalı,
Uluslararası hukuk ve BM mekanizmalarına daha fazla dayanan tutum benimsenmeli.
*Siyasal istikrarın sağlanması için demokratik mekanizmalar güçlendirilmeli:
Yargının bağımsızlığı teminat altına alınmalı,
Medya özgürlüğü ve çoğulculuk sağlanmalı,
Sivil toplum ve yerel yönetimlerin karar alma süreçlerindeki rolü artırılmalı.
*Farklı etnik, mezhepsel ve kültürel gruplar arasında kapsayıcı bir yurttaşlık anlayışı oluşturulmalı,
Eğitim sistemi demokratik değerleri ve çoğulculuğu teşvik edecek şekilde reforme edilmeli,
Uzlaşma kültürünü geliştirecek platformlar ve mekanizmalar yaygınlaştırılmalı.
*Yabancı sermayeye aşırı bağımlılıktan kaçınılmalı,
Bölgesel kalkınmaya öncelik verilmeli,
Teknoloji ve üretim odaklı sektörler desteklenmeli.
Türkiye, tarihsel deneyimlerinden ders çıkararak ve iç dinamiklerini güçlendirerek, bölgesinde barış ve istikrarın merkezi haline gelebilir. Bu, ancak demokratik, katılımcı, eşitlikçi ve bağımsız bir devlet modeliyle mümkündür. ABD ve diğer küresel aktörlerin etkilerini dengeleyecek sağlam kurumlar ve güçlü bir yurttaşlık kültürü inşa etmek, Türkiye’nin stratejik vizyonunun temel taşları olmalıdır…



