Barış… Adı bile huzur veren, insanlığın en temel arzularından biri. Savaşın yıkıcılığı, kayıpların acısı ve insanlık dışı sonuçları düşünüldüğünde, barışa duyulan özlem son derece haklı ve anlaşılırdır. Ancak, bu kadar saf ve evrensel bir kavramın siyasetin ve ideolojilerin dar koridorlarında nasıl şekillendiği ve gerçekten samimi bir yankı bulup bulmadığı, ciddi soru işaretleri yaratmaktadır.
Türkiye gibi farklı kimliklerin ve hassasiyetlerin bir arada yaşadığı bir ülkede, barış söyleminin ardındaki gerçek niyetleri sorgulamak, yalnızca politik bir değerlendirme değil, ülkenin geleceğini doğrudan ilgilendiren kritik bir bakış açısıdır.
Barış Söyleminin Ardındaki Derin Çatışma
Terör örgütü PKK’nın taleplerine baktığımızda, Cumhuriyet’in temel kuruluş felsefesiyle büyük bir ayrışma içinde olduğunu görmek zor değil. Lozan Barış Antlaşması ile şekillenen Türkiye’nin sınırları ve ulus-devlet anlayışına yönelik eleştiriler, barış söyleminin altında yatan farklı bir siyasi ajandanın işaretleri olarak öne çıkmaktadır.
Demokrasi, insan hakları ve hukuk gibi evrensel değerler sıkça dile getirilse de, bu kavramların PKK’nın ideolojik çerçevesinde nasıl tanımlandığı ve ne tür bir siyasi düzen hedeflendiği belirsizdir. Cumhuriyet’in temel niteliklerine yönelik bu meydan okuma, gerçek bir barış arayışını gölgeleyen ciddi bir engel oluşturmaktadır.
Siyasi Aktörlerin Barış Söylemi ve Kamuoyundaki Tereddütler
Barış süreci, genellikle çatışmaların sonlandırılması ve toplumun bir araya gelmesi amacı taşımalıdır. Ancak siyaset arenasındaki aktörlerin barış söylemine yaklaşımı, benzer tereddütleri beraberinde getirmektedir.
Özellikle son yıllarda sıkça gündeme gelen “yeni anayasa” tartışmaları, kimileri için demokratikleşme adına önemli bir girişim olarak görülse de, bazı kesimlerde ciddi endişeleri de tetiklemektedir. Atatürk ilke ve devrimlerine yönelik eleştirel yaklaşımlar, Cumhurbaşkanlığı sisteminin kalıcı hale getirilmesi yönündeki adımlar, barış söyleminin bir araç olarak kullanıldığı şüphesini güçlendirmektedir.
Halkın bir arada ve barış içinde yaşama isteğinin, siyasi hedeflere ulaşmak için istismar edilmesi büyük bir risk taşımaktadır. Gerçek bir barışın sağlanması, siyasi çıkarlarla şekillenen söylemlerin gölgesinde değil, halkın gerçek talepleri doğrultusunda gerçekleşmelidir.
Halkın Gerçek Barışı: Siyasetin Gölgesinden Uzak Bir Uyum
Ancak günlük yaşama bakıldığında, sokaktaki vatandaşın sergilediği barışçıl tutum umut vericidir. Farklı etnik kökenlere, inançlara ve yaşam tarzlarına sahip insanlar, günlük yaşamlarında büyük ölçüde uyum ve saygı içinde hareket etmektedirler.
Bu doğal uyum, ideolojik ve siyasi hesapların yarattığı yapay gerilimlerin gereksizliğini gözler önüne sermektedir. Halkın birbiriyle doğal ve güçlü bir bağ kurmasına rağmen, siyasetin sürekli olarak bu birlikteliğe belirli ajandalar doğrultusunda müdahale etmesi, barışın sağlanmasını güçleştiren en büyük engellerden biri haline gelmektedir.
Gerçek Barışın Temeli: Laiklik, Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğü
Eğer siyaset ve terör örgütleri gerçek anlamda bir barış tesis etmek niyetindeyse, bu ancak laik ve demokratik düzenin korunması ile mümkün olabilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerleri olan hukukun üstünlüğü, insan hakları, eşitlik ve özgürlükler, kalıcı bir barışın yalnızca bu zemin üzerinde şekillenebileceğini gösteren en önemli güvencelerdir.
Aksi takdirde, barış söylemi, farklı siyasi ajandaların ve ideolojik hedeflerin bir perdesi olmaktan öteye gidemez.
PKK’nın Söylemi: Barışın Samimiyetini Sorgulamak
PKK’nın yaptığı açıklamalarda, Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası’nın Kürt halkını hedef aldığı ve inkâr politikasına dayandığı iddiası öne çıkmaktadır. Ancak bu söylemler, barış söyleminin ardında farklı hesapların bulunduğunu gösteren kritik işaretlerdir.
Bir örgütün barışı tesis etmekten çok, tarihi manipüle ederek ulus-devlet anlayışını hedef alması, kalıcı bir barışın sağlanamayacağının en net kanıtıdır. Türkiye’nin hukuki ve siyasi yapısını yok sayan söylemlerle, toplumun gerçek birlikteliği tesis edilemez.
Barışın samimiyeti, ancak devletin temel ilkelerine sadık kalındığında mümkündür. Hukukun üstünlüğünü kabul etmeyen, egemenlik haklarını sorgulayan ve ulusal birlik fikrine meydan okuyan bir yapının, gerçek anlamda barışı tesis etmesi mümkün değildir.
Sonuç: Barışın Cazibesi ve Gerçeklikten Kaçış
Barışın cazibesine kapılmak kadar, bu söylemin ardındaki gerçek niyetleri sorgulamak da hayati bir sorumluluktur. Halkın barış özlemi samimi ve derindir. Ancak bu özlemin, laik ve demokratik Cumhuriyet’in temel ilkelerinden ödün vermeden, hak, hukuk ve adalet temelinde hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Aksi takdirde, barış sadece hoş bir söz olarak kalmaya devam edecek, siyasetin ve ideolojilerin karmaşık oyunlarında kaybolup gidecektir.
Saygılarımla …






YÜREĞİNE SAĞLIK
Güzel tespit aynen katılıyorum Tebrikler