Türkiye’de “Kürt sorunu” başlığı altında yıllardır dolaşıma sokulan tartışmalar, her seferinde egemen sınıfların siyasal ömrünü uzatmaya yarayan bir manevra alanına dönüştürülüyor. Bugün yeniden gündeme getirilen 2. Çözüm Süreci de halkların eşitliği, özgürlüğü ya da barışı hedefleyen bir toplumsal proje olmaktan çok; krizdeki iktidar blokunun ve onun etrafında kümelenen farklı gerici odakların yeni bir uzlaşma arayışını temsil ediyor.
Burada dikkat çekici olan, görünürde birbirine taban tabana zıt gibi sunulan DEM Parti ile HÜDA PAR’ın, çözüm raporlarında aynı ideolojik hatta buluşmasıdır. Biri “demokratik”, diğeri açıkça İslamcı söylemlerle hareket eden bu iki parti; medreselere yasal statü, Cumhuriyet’in kuruluşuna yönelik sistematik saldırılar ve gerici isyanların simge isimlerinin meşrulaştırılması gibi başlıklarda ortaklaşmaktadır. Bu tablo, sorunun ulusal değil sınıfsal ve ideolojik bir zeminde ele alınması gerektiğini bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Marx’ın şu tespiti bugün hâlâ yol göstericidir:
“Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir.”
Çözüm süreci adı altında üretilen söylemler de egemen sınıfların ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Emek-sermaye çelişkisini görünmez kılan, halkı din, mezhep ve kimlik ekseninde bölen her yaklaşım; ister “demokratik” ister “İslami” ambalajla sunulsun, özünde gericidir. Medreselere yasal statü talebi, laikliğin tasfiyesini ve eğitimin dinselleştirilmesini hedeflerken; bunun “Kürt sorununun çözümü” başlığı altına sokulması, dinin açıkça siyasal bir araç haline getirilmesidir.
Bu noktada Abdullah Öcalan’ın “demokratik İslam” vurgusu da tesadüf değildir. İslam hukuku ile demokratik hukuk arasında yapısal bir uzlaşmazlık olduğu tarihsel bir gerçektir. “Demokratik İslam” söylemi, Marx’ın deyimiyle halkın afyonu olan dinin, bu kez daha rafine bir ideolojik araç olarak devreye sokulmasından başka bir anlama gelmemektedir. Din, burada toplumu özgürleştiren değil; sınıfsal çelişkileri örten, halkları birbirinden ayıran bir işlev görmektedir.
1921 Anayasası etrafında kurulan mutabakat da aynı ideolojik hattın ürünüdür. DEM Parti’nin “çoğulculuk” ve “yerel özerklik” vurgusu ile HÜDA PAR’ın “İslam’a bağlı kurucu irade” söylemi, farklı kelimelerle aynı hedefe işaret etmektedir: 1923 Cumhuriyet Devrimi’nin ve 1924 Anayasası’nın tasfiyesi. Lozan’a yöneltilen saldırılar da bu zincirin bir halkasıdır. Cumhuriyet’i “inkâr rejimi” olarak sunmak, aslında laikliği, yurttaşlığı ve ulus-devletin ilerici kazanımlarını hedef almaktır.
Oysa Mustafa Kemal Atatürk’ün net uyarısı hâlâ geçerlidir:
“Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamaz.”
Cumhuriyet’in kuruluşu, eksiklerine rağmen, feodal yapıya, tarikat düzenine ve ümmetçi anlayışa vurulmuş tarihsel bir darbedir. Bugün Şeyh Said, Seyit Rıza ve Said-i Nursi gibi figürler üzerinden yürütülen tartışma, tarihsel bir yüzleşme değil; gerici ayaklanmaların siyasal olarak aklanması girişimidir. Bu, halkların kardeşliğini değil, yeni fay hatlarını besler.
Sol açısından mesele açıktır: Kürt sorunu ne medreselerle, ne din temelli “demokratik” projelerle, ne de Cumhuriyet karşıtı uzlaşmalarla çözülebilir. Çözüm; Türk ve Kürt emekçilerinin ortak sınıf mücadelesinde, laiklikten, kamuculuktan ve anti-emperyalizmden taviz vermeyen bir hatta mümkündür. Atatürk’ün “tam bağımsızlık” vurgusu ile Marx’ın sınıf mücadelesi öğretisi, bu topraklarda hâlâ en sağlam pusuladır.
Bugün “çözüm süreci” adı altında açılan yol, halkları özgürleştiren bir yol değil; egemenlerin krizini erteleyen, gericiliği tahkim eden bir yoldur. Gerçek barış; saraylarda, komisyon raporlarında ya da dinî kongrelerde değil, emekçilerin birleşik mücadelesinde filizlenecektir. Solun görevi de tam burada durmaktadır: Yüzünü açıkça sola, sınıfa, laikliğe ve Cumhuriyet’in ilerici mirasına dönmek.



