Kırk yılı aşkın süredir dünya, bir iklim müzakeresinden diğerine koşuyor. 1979 Cenevre İklim Konferansı, ardından Rio’da UNFCCC’nin kabulü, Kyoto Protokolü, Paris Anlaşması ve COP toplantıları…
Her COP toplantısı yeni bir umut, yeni bir başlangıç diye sunuldu; ancak bugün geldiğimiz noktada manzara ortada. Su kaynaklarımız tükeniyor, tarım daralıyor, biyoçeşitlilik çöküyor, halk sağlığı tehdit altında. Ve Üstelik bütün bunlar geleceğin değil, bugünün sorunları çünkü bu sorun bu gün çözülemeyecekse gelecek olmayacaktır.
Peki, bunca çıplaklığına ve yakıcılığına rağmen yarattığımız bu krizi niçin durduramıyoruz?
Her şey aslında çok erken belliydi; 1979’da bilim insanları, atmosferdeki karbon artışının tehlikeli boyutlara ulaştığını dünyaya ilan ettiler. Ardından IPCC raporları, Lancet’in sağlık uyarıları, buzulların geri çekildiğini gösteren ölçümler ve kuraklık döngüleri insanlığın bilgisine sunuldu.
Bilim, bütün araçlarıyla bağırıyordu; “Gelecek yanıyor!”…
Ama siyaset, adeta vakit geçirdi; oyaladı. Uluslararası Devletler Topluluğu çalışmaları “niyet beyanı” seviyesinde kaldı. Gerçek bir dönüşüm yerine toplantı takvimleri, deklarasyonlar, süslü sözlerle gönüllü taahhütler üretildi. Paris Anlaşması büyük bir diplomatik zaferdi ancak yaptırım mekanizması yoktu bu nedenle de kararları uygulanmadı. Küresel siyaset, Küresel Emisyonları artırmaya devam etti, ediyor.
Su /gıda güvenliği /Biyolojik Çeşitlilik en kritik noktada:
Türkiye dahil yarı kurak coğrafyalarda su meselesi artık bir güvenlik meselesi oldu. Barajlar dolsa da yer altı suları çekiliyor; hem tarımsal sulamada ve hem de şehirler de su israfı önlenemiyor; bir taraftan israf ediliyor, Bir taraftan yokluk çekiliyor, aranıyor.
Aşırı sıcaklar, kuraklık, toprak kaybı ve maliyet baskısı birleşince gıda güvenliği de her yıl daha kırılgan hale geliyor. Dünyanın pek çok yerinde temel ürünlerde verim düşüyor. Fiyat dalgalanmaları siyasal istikrarı etkiler hale geliyor.
Biyolojik çeşitlilik ise sessizce çöküyor. Doğa ürünü tozlayıcı böceklerden deniz canlılarına kadar pek çok tür kayboluyor. Bu sadece doğanın değil, gıda zincirinin temellerinin sarsılması sonucunu da doğuruyor.
Halk Sağlığı Tehlikede:
Lancet raporları son yıllarda hep aynı şeyi söylüyor:
Aşırı sıcaklara bağlı ölümler artıyor, sıtma ve dang humması gibi hastalıklar yeni coğrafyalara yayılıyor, hava kirliliği milyonların ölümüne neden oluyor. Aslında iklim krizi; tarım, ekonomi ve güvenlik sorunlarının yanında sağlık krizi de üretiyor; yani hayatın tam merkezinde.
Tüm bu can alıcı sorunları kaynağında çözmek mümkün, çözümü var; ancak hem ulusal ve hem de uluslararası düzeyde bilime uyulmalı, bir disiplin içinde bilimsel raporlar uygulanmalıdır. Bugünkü gidişatı değiştirmek için mucizeye değil, iradeye ihtiyaç var. Paris Anlaşması’nın gönüllü taahhüt mantığı değiştirilmeli; ülkelerin verdiği sözler bağlayıcı hale getirilmeli ve hatta müeyyidelendirilmelidir. Fosil yakıt sübvansiyonları son bulmalı; gelişmekte olan ülkeler için finansman kaynakları artırılmalıdır.
Her ülke sorumluluklarını yerine getirmeden, evinin önünü temizlemeden küresel hedefler kağıt üzerinde kalır ve kalıyor; göz göre göre insanlığın geleceğini tüketiyoruz. Öncelikle ve hemen;
*Kömürden çıkış takvimi açıklanmalı,
*Yenilenebilir enerji yatırımları hızlanmalı,
* Su yönetimi köklü biçimde yenilenmeli,
*Tarım iklim risklerine göre yeniden planlanmalı,
*Kentlerde ısı adası etkisini azaltacak şehircilik politikaları uygulanmalıdır.
İklim politikası yalnızca hükümetlerin işi değil, olmamalıdır.
Sivil toplum bilimsel bilgiye dayalı baskı oluşturmalı; sağlıklı gıda, sağlıklı çevre ve sağlıklı yaşam mücadelesi yürütmeli ve toplumsal farkındalık yaratmalıdır. Tolumu oluşturan bireyler sadece “ışık kapatmak” la yetinmemeli; siyasi iradeyi yönlendirecek bir toplumsal bilinç üretmelidir. Çünkü gerçek dönüşüm, toplum talep ettiğinde gerçekleşir.
Yeni bir toplumsal sözleşme şart:
İklim krizi bilimsel ve teknik olduğu kadar siyasal bir meseledir.
Mevcut büyüme modeli, tüketim alışkanlıkları ve fosil yakıta bağımlı ekonomi artık sürdürülemez. Eğer bugün gerekli adımlar atılmazsa, gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakamayız.
Bu nedenle ihtiyacımız olan şey bir “iklim adaleti ve sürdürülebilirlik sözleşmesi” dir. Yani devletin, toplumun, ekonominin ve bireyin birlikte değiştirdiği yeni bir gelecek tasavvuru.
İnsanlık çok kritik bir dönemeçte. Bu kez toplantı takvimleri, niyet beyanları ve diplomatik cümleler yetmiyor; bilimin emrettiği gerçek politikalar, gerçek dönüşümler gerekiyor. Çünkü iklim krizi gelecek değil, şimdi. Ve bu kez sınava giren insanlık.



