Ferdi ÇİFTCİ
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Çatlakta bir sardunya, kentte bir direniş

Çatlakta bir sardunya, kentte bir direniş

Kentin görünmez emek halkasında konumlanan özneler hem barınmada hem istihdamda hem de kamusal mekânda statüsüzlüğün yarattığı kırılganlıklarla çevrilidir

Advert
featured
service
0
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala
Advert

 

Ferdi Çiftci

fetacan58@gmail.com

Gezi süreciyle birlikte bazı şeylerin değiştiğini hayatın kendisi bizzat bizlere —ya da bana— dank ettirdi: Kent, yalnızca bir yer değil; siyasetin, direnişin ve gündelik yaşamın en görünür çakışma alanı. O günden beri, bu kaynayan dinamiklerin mekânını tarif etmeye çalışırken hâlâ bir sis perdesiyle karşı karşıya olduğumu biliyorum. Doğruya varma çabasında yanlışlara dokunmak da mümkün. Ama olsun. “Segui il tuo corso, e lascia dir le genti*” diyerek bu yolculuğa başlıyorum.

 

2018’de Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA) Kent Hakkı Atölyesine yalnızca bir ders katılabilmiştim; fakat o tek ders, zihnimde bir kapı araladı: Kent hakkı. O notlar, Gezi’nin hafızası ve son dönemde Mamdani’nin New York Belediye Başkanlığı’nı kazanmasıyla birleşince kafamda yeni bir bütünlük oluştu. Mamdani’nin başarısının işaret ettiği daha geniş gerçeklik şudur: Kentler, artık merkezi iktidarların karşısında alternatif siyasal öznellikler yaratabilen mekânlardır. Ve bu siyasal öznellik, yalnızca sandığa değil, gündelik yaşamın örgütlenişine dayanır. Dolayısıyla kent, sınıf, cinsiyet, göçmen emeği ve ekoloji kesişiminde oluşan çok katmanlı bir mücadelenin zorunlu olarak mekânsallaştığı alandır. Bu güncel örnek bizlere, yerel bağlamda kent mücadelesinin mümkün olduğunu ve farklı öznelerin bir araya gelerek mekânı yeniden örgütleyebileceğini hatırlatıyor. Zaten sınıfsal mücadeleyi de artık bu katmanlı haliyle bir bütün haliyle görmek lazım…

 

Yaşanan alandan bahsetmişken Henri Lefebvre’nin tanımlarına açıklık getirmem gerekiyor. Henri Lefebvre’nin mekânın üç boyutuna dair analizi, bugünün kentlerini anlamak için hâlâ en işlevsel çerçeve: Algılanan mekân gündelik hayatın somut çevresini, tasarlanan mekân devlet–sermaye ekseninin hâkim düzenini, yaşanan mekân ise duygular, hafıza ve direnişle kurulan kolektif alanı gösterir. Kapitalizm, bu üçlü içinde özellikle “tasarlanan mekânı” güçlendirerek soyut ve steril kentler yaratır. Engels’in Konut Sorunu’nda işaret ettiği gibi barınma temel bir ihtiyaç değil, sınıf ilişkilerinin mekânsal örgütlenişidir. Modern kent, sermaye akışlarının merkezidir; bu nedenle emeği görünmezleştirir, yaşamı homojenleştirir, farklılıkları bastırır. Bu modern kentin örgütlenişi, günümüzde sadece ekonomik sömürüyü değil, aynı zamanda patriyarkal, kültürel, ekolojik aslında bicümle bütün hayata karşı tahakkümü de içerir. Özetle mekân tarafsız değildir; iktidarın, emeğin ve sermayenin izlerini taşır. Kapitalizm yalnızca üretimi değil, mekânın kendisini de metalaştırır.

 

Kapitalist kent planlaması “tarafsız” görüntü vermeye çalışsa da 175 cm boyunda standart bir erkek bedenine göre ölçülmüş ve inşa edilmiş kent yapısıyla karşı karşıyayız. Hakikaten “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” metaforu yaşadığımız her şeyin çok iyi özetidir. Zaten kapitalist üretim tarzının mantığı, yalnızca artı değer yaratımına odaklanan ekonomik bir kategori değil; mekânı, toplumsal özneleri ve yaşamın kendisini biçimlendiren bütünsel bir tahakküm düzenidir. Marx’ın da bu metaforu, bu düzenin doğaya, emeğe ve kente yönelen ideolojik şiddetini anlamak için hâlâ en berrak ifadesi olduğunu düşünüyorum. Kapitalist kent, kendisini yeniden üretirken ölçülemeyeni, meta haline getiremediği ve sermayenin dolaşımına dahil edemediği her şeyi sistematik bir biçimde dışlar. Böylece kent, yaşamın tüm fazlalıklarını -yani sermaye açısından değer üretmeyen her şeyi- mekânsal olarak iten, bastıran ve yok eden bir akışkan makineye dönüşür.

 

Bu dışlama mekanizmasının ilk halkalarında, kapitalizmin ucuz işgücü ihtiyacını karşılayan göçmenler ve mülteciler yer alır. Kentin görünmez emek halkasında konumlanan bu özneler hem barınmada hem istihdamda hem de kamusal mekânda statüsüzlüğün yarattığı kırılganlıklarla çevrilidir. Sermaye krizin yükünü en güvencesiz olanın sırtına bindirerek birikim döngüsünü sürdürmeye çalışır. Göçmen emeği tam da bu nedenle hem vazgeçilmez hem de sürekli tehdit altındadır; hukuki belirsizlik, barınma güvencesizliği ve kamusal mekânda görünür olmanın riskleri kentteki hiyerarşik düzenin ana hatlarını belirler.

 

Benzer bir dinamik çocuk işçiliğinin Mesleki Eğitim Merkezleri eliyle meşrulaştırılmasında da görülür. Kapitalizm, emeği ne kadar erken yakalarsa o kadar düşük maliyetle disipline edebileceğini bilir; çocukluğu ve eğitimi, ekonomik sisteminin işleyişine uygun-tabi hâle getirerek hem itaate dayalı bir işgücü hem de yoksulluğun sürekliliğini üreten bir toplumsal yapı kurar. Bu nedenle çocuk işçiliği “istisnai” bir sorun değil, kapitalist kent ekonomisinin işleyişinin yapısal bir bileşenidir.

 

Kadınlar ve LGBTQ+ bireyler için kent, patriyarka ve sermayenin eklemlenerek ürettiği cinsiyetlendirilmiş bir mekânsal rejimdir. Kaldırım genişliklerinden toplu taşıma güzergâhlarına, gece aydınlatmasından güvenlik politikalarına kadar her unsur, erkek egemen normu varsayılan ölçüt olarak kabul eder. Böylece kamusal alan, cis-erkek olmayan tüm özneler için hem denetimin hem de şiddetin potansiyel bir sahnesine dönüşür. Kent, patriyarkanın yalnızca temsil edildiği değil maddi olarak üretildiği bir ilişkiler ağıdır.

 

Ancak son yıllarda Türkiye’de belirginleşen bir başka dışlama ve yok etme politikası daha bu genel çerçevenin içine yerleşmektedir: Sokak hayvanlarına dönük devlet destekli kırım ve tasfiye hamleleri. Bu süreç basit bir ‘hayvan yönetimi’ meselesi değildir; tersine, ezilen sınıfların kendi üzerlerinde işleyen yapısal baskıyı tersine çeviremediklerinde bunu daha aşağı konumlandırılmış özneler üzerinde yeniden üretmeleriyle yakından ilişkilidir. Sokak hayvanı, bu ‘aşağıya doğru iktidar’ın en sessiz, en savunmasız hedefi hâline gelir. Bu mekanizma, gerçek anlamda bir özneleşme değil, iktidarın kırıntıları üzerinden kurulan yanılsamalı bir özneliktir: Egemen ideolojinin içselleştirilmesi sayesinde birey, kendisinin de bir ezilen olduğu gerçeğinden koparak, tasfiyeye yönelik şiddeti meşru bir düzen edimi olarak deneyimler. Böylece, kendi maddi koşullarının ve gerçek baskı ilişkilerinin farkına varmak yerine, hegemonik söylemin ona sunduğu sahte üstünlük pozisyonunda yabancılaşmış bir ‘özne’ olarak konumlanır. Sokak hayvanları, kapitalist kent anlayışının gözünde “değer üretmeyen”, insanlara karşı “tehdit” hatta “kentsel estetik” ve “yatırım güvenliği” açısından “fazlalık” olarak kodlanır. Bir başka deyişle sermaye için gölgesi satılamayan ağaç neyse, sokak hayvanları da odur. Bu politikaların insan-hayvan ilişkisini düzenlemekten çok, kenti steril bir piyasa mekânına dönüştürme amacı taşıdığı açıktır. Sokakların yaşamla değil, sermayeyle uyumlu bir düzene kavuşması istenir; canlılara değil, projelere yer açılır. Dikkat ederseniz hep “başıboş” kavramını kullanırlar, bu kavram beni aşırı tetikliyor umarım yalnız değilimdir. Hayvanların yok edilmesi, tıpkı gecekonduların yıkılması, yoksulların yerlerinden edilmesi ya da göçmenlerin görünmezleştirilmesi gibi, kapitalist kentin çitleme mantığının bir devamı hâline gelir.

 

Tüm bu süreçler -göçmenlerin statüsüzleştirilmesi, çocuk emeğinin kurumsallaşması, kadınların ve LGBTQ+ bireylerin toplumsal yeniden üretim alanında ikincilleştirilmesi ve sokak hayvanlarının sistematik tasfiyesi- aynı tarihsel-maddî zeminde kesişir: Sermaye birikim rejiminin, emek gücünün ucuzlatılması ve toplumsal yeniden üretimin kontrol altına alınması için işleyen maddi ve ideolojik şiddeti. En başta da değinmiştim mekân tarafsız değildir; iktidarın nasıl çalıştığını, kimin varlığını meşru kıldığını ve kimin varlığını ‘fazlalık’ olarak dışladığını somutlaştıran hegemonik bir yapıdır.

 

Kapitalist kent böylece yaşamın tüm fazlalıklarını -göçmenleri, çocukları, kadınları, LGBTQ+ bireyleri, hayvanları, doğayı, ortaklaşmayı, karşılıklılığı, dayanışma ilişkilerini- aynı mantıkla değersizleştirir.

 

Çünkü sermaye için değer üretmeyen her yaşam biçimi bir yük, bir risk, bir tehdit ya da “çözümlenmesi gereken bir sorun” olarak konumlandırılır. Ancak tam da bu nedenle, kent aynı zamanda itirazın, direnişin ve alternatif yaşam biçimlerinin ortaya çıktığı bir mücadele alanıdır. Sermayenin görünmezleştirmeye çalıştığı tüm varlıklar, kentsel mekânın çatlaklarında yeni siyasal imkânların filizlendiği güç odaklarına dönüşebilir.

 

Türkiye bağlamında Saray rejimi mekân üzerinde kurulan tahakkümün en görünür biçimidir. Mega projeler, otoyollar, AVM’ler, “kentsel dönüşümler” ve lüks konutlar kamusal alanı sermaye lehine dönüştürürken yoksulları, göçmenleri, kadınları ve hayvanları hem fiziksel hem sembolik olarak kentten silmektedir. Bu nedenle kent hakkı, yalnızca insanlar arasında değil; tüm canlılar arasında bir adalet ve yaşam mücadelesidir. Bugün kent, sınıf mücadelesinin, ekolojik krizin, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, göçün ve türler arası yaşam hakkının düğümlendiği bir siyasal özne hâline gelmiştir. Su ve gıda krizlerinden barınma sorununa kadar tüm merkezi meseleler yerelleşmiş ve gündelikleşmiştir. Engels’in söylediği gibi, tarih insanın doğayla mücadelesinin tarihiyse; bugün bu mücadele doğayla birlikte yürütülmek zorundadır.

 

Biraz çatışkıları başlık başlık gibi aktarmış olsam da hepsi birbiriyle iç içedir; Lefebvre’nin “soyut mekân” kavramıyla tarif edilebilecek aynı dışlayıcı mantığın farklı yüzleridir. Soyut mekân, homojen, steril ve insansızlaştırılmış bir kent üretir; farklılıkları bastırır, çoğulluğu boğar. Kadınların bakım emeği, göçmenin görünmez emeği, çocuğun oyun ihtiyacı, engellinin erişim hakkı, LGBTQ+ bireylerin güvenliği, ekolojik haklar -hepsi soyut mekânın dışında kalır. Bu dışlananların biriktiği çatlaklar, aslında sınıfsal mücadelenin çok katmanlı sahnelendiği alanlardır. Yaşanan mekân tam da bu çatlaklarda, insanın duygusu, emeği ve belleğiyle yeniden kurulur. Direniş de tam olarak bu çatlaklarda başlar. Mekân, bireysel direnişin ötesinde kolektif belleğin evidir. Bugün de yaşadığımız en temel sorunlarından biri, tam olarak solun “mekânsızlığı”dır: Eylemler ve seçilen alanlar çoğunlukla ruhsuz ve geçicidir; hafıza üretmez. Ki zaten miting alanları herhangi bir sosyal yaşamın içerisinde olan yerler değildir. Bilinçli tasarlanan alanlardır. Oysa bir kavganın mekânı olmalı; yaşanan, solunan, hatırlanan ve kök salınan bir yer. Direnişin mekâna tutunmasına, orada bir sardunya filizlenmesine ihtiyacımız var.

 

Bu çatlaklarda filizlenen sardunya, yalnızca bireysel veya yığınların direniş sembolü değil; aynı zamanda toplumsal muhalefetin ve sol örgütlenmelerin varlık alanı olduğunu hatırlatmak gerekir. Siyasi hareketler, sendikalar, meslek odaları, kadın ve queer örgütler, ekoloji grupları ve dayanışma ağları, soyut mekânın boş bıraktığı alanlara kök salar. Bu örgütlenmeler, yalnızca bugünün mücadelelerini yürütmekle kalmaz; ortak hafıza üretir, deneyimleri biriktirir ve geçmişle geleceği birbirine bağlar. Direnişin sürekliliği, mekânın bu kolektif sahiplenilmesi ve hafızayla yeniden anlamlandırılmasından geçer. Bence tam olarak sorunumuz da bu deneyimlerin ortak hafızaya aktarılması ve oradan yepyeni pratiklerin ve imkanların doğmasını sağlamak kısmını gerçekleştiremiyoruz.

 

Bir yandan yazarken sınıfsal mücadeleyi sadece asgari ücret, grev, işten atılmalara hapseden anlayışa düşmekten çok korkuyorum. O yüzden tekrar tekrar belirtmek isterim ki toplumsal muhalefet sınıfsal mücadelenin farklı yüzlerini içerir. Sınıfın temel çatışması, cinsiyet, göçmenlik, ekoloji ve çocuk hakları vb. üzerinden görünür hâle gelir. Bu çok katmanlı mücadele, çatlaklarda birleşir ve yaşanan mekânı yeniden kurgular. Her eylem, her örgütsel müdahale, mekânın ideolojik olarak yeniden inşasıdır. Bugün sendikalar, meslek odaları, dayanışma ağları ve toplumsal hareket örgütleri, bu çatlakları korumak ve çoğaltmak için çalışmalı.

 

Sol örgütlerin müdahalesi, mekânın hafızasını ve direniş kapasitesini artırır; sardunya gibi umut da orada filizlenir.

 

Kentteki her çatlak, yalnızca dışlananların değil; sınıfsal mücadelenin, çoğulluğun, dayanışmanın ve direnişin mekânıdır. Direniş, kırılgan ama dirençli bir sardunya gibi bu çatlaklarda filizlenir ve görünür olur; geçmişle geleceği, bireysel deneyimle kolektif hafızayı birleştirir. Soyut mekânın dışında kalan her çatlak, yaşamın çoğulluğunu ve sınıfsal mücadelenin farklı boyutlarını savunmanın bir aracıdır.

 

Ve kent her sokakta, her parkta, her grevde, her gece yürüyüşünde ve bir sokak hayvanının gözlerinde, sabahı müjdeleyen bir direniş sıyrılıp duruyor; sessiz, kırılgan ama hâlâ uyanık.

 

* Sen yolunda yürü, bırak ne derlerse desinler.

Çatlakta bir sardunya, kentte bir direniş
+ - 0

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advert
Advert
Giriş Yap

Sol Medya ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin