Amor patriæ nostra lex*
Doç. Dr. Girayalp Karakuş
Türkiye sosyalist solunun geçmişten günümüze kadarki tarihine bakıldığında ciddi yenilgilerin olduğu bir deneyim söz konusudur. Çalışmanın hedefi önsel olarak bu yenilgilerin nedenlerini ortaya koyabilmektir. Zira Türkiye sosyalist solu her yenilgiden sonra dağılma tehlikesi geçirmiştir. Özellikle 1980 Darbesi’nden sonra emekçi sınıfın hafızası da silinmiştir. Sosyalist sol günümüzde değişik fraksiyonlara ayrılmış durumdadır. Bunun nedenleri de yöntem farklılıkları üzerinde şekillenmiştir. O halde ne yapmalı sorusu gündeme gelmektedir. Bu çalışmanın amacı da ne yapmalı sorusuna cevap arar nitelikte olduğu söylenebilir. Dünyadaki sosyalist sol parlamenter rejimlerde ciddi bir oy oranı olmasına rağmen Türkiye solu neden kitlelere kendini anlatamamaktadır? Çalışmanın hedefi de bu soruya cevap arar niteliktedir. Türkiye sosyalist solunun aslında parçalanmasının en büyük sebebi de terör sorununa farklı cevaplar vermesinden kaynaklandığı da ifade edilebilir. Ancak somut durumun somut tahlilini yapmak gerekirse üslup, yöntem ve devrimin nasıl olacağı noktasında da farklı sesler çıkmaktadır. Paradigma farklılıkları vardır. Temel olarak yazımda bahsedilen şey sosyalist solun zihin dünyasının değişmesi gerektiği noktasına vurgu yapıldı. Zihin dünyası değişmeden sosyalist solun başarılı olmasının imkânı yoktur. Demokratik sosyalist hareketler ve Post-Marksizm farklı şeyler söylemektedir ancak Türkiye’deki solun ezici çoğunluğu 19. yüzyıl terminolojisi ile hareket etmeye devam etmektedir. Sosyalist sol özeleştiri yapmalıdır. Zira sosyalist solcu Maurice Thorez’in dediği gibi: “Özeleştiri bizim ekmeğimizdir” denmeli.
Konuyu yazıya dökmeden önce bu konuyla alakalı pek çok kitap ve makale okundu. Karşılaştırmalı analiz yapabilmek için sosyalist yayın organlarını takip ettim. Örneğin; günümüze ilişkin sosyalist hareketlerin neler öne sürdüğünü görebilmek için sosyalist partilerin dergileri ve programları incelendi. İncelemeler sonucunda Türkiye’deki sosyalist hareketlerin çoğunluğunun geleneksel solu takip ettiği sonucuna vardım. Aralarında da yöntem farklılıkları olsa da amaç birlikteliği olduğunu sezinledim. Ayrılığa düşmelerinin en büyük sebebinin ise Kürt sorununa bakış açısı konusunda çözümleme biçiminde farklılıklardan olduğuna kanaat getirdim. Kimisi soruna daha ulusalcı bir bakış açısı ile bakarken kimisi de Kürt sorunun çözümünde daha HDP/DEM yanlısı bir strateji izlemektedir. Kürt sorunundan başka laiklik konusuna daha fazla öncelik veren partiler var. Diğer sosyalist hareketler de laik karakterde ancak laiklik adına militarist bir tutum sergilenmesine de karşılar.
Çalışmanın hedefi solun tarihsel ideo-politik bazı yanılsamalarını ve bu yanılsamalardan çıkış yollarının gösterilmesidir. Tarihsel eleştirilere geçmeden önce Türkiye sosyalist solunun tarihine genel olarak değinildi. Bu konuda büyük bir külliyat var ancak solun tarihini spesifik olarak incelememiz çok ciltli kitap konusu olurdu bundan dolayı tümevarımcı bir metot izlendi. Milliyetçilik/yurtseverlik, işçi sınıfı önderliği, dogmatizm, enternasyonalizm, planlı sosyalist ekonomi modeli, din-sosyalizm ilişkisi, Türkiye’nin sübjektif ve objektif özgün şartları, demokrasi-sosyalizm bağıntısı ve Ortodoks sosyalist tarih tezi gibi konularda eleştirilerde bulunuldu. Ancak eleştirilerde bulunurken geçmiş deneyimlerin kazanımları asla küçümsenmedi. Somut durumun somut tahlilini yapmak gerekirse tarih devinim şekilde akıp gitmektedir ve her devrin kendine özgü şartları vardır. Şartlara göre yeni taktik ve stratejik hamleler yapılmazsa çağın gerisinde kalınır. Yenilenme geri adım atmak değil aksine silkelenmektir.
- yüzyılda iki büyük devrim yaşandı. Birisi 1917 “Ekim Devrimi” diğeri ise “1923 Anadolu Devrimi”. Marksist-Leninist bir devrim olan Ekim Devrimi yalnızca 70 yıl sürebildi. Marksistler 20. yüzyılı tarihin itici gücü olarak gördükleri işçi devrimlerinin süreceğini iddia ettiler. Ama 20. yüzyıl işçi devrimleri ile değil ulusal kurtuluş mücadeleleri ile devam etti. Marksistler pek çok konuda olduğu gibi bu iddialarında da yanıldılar. 1991’de Sovyetlerin dağılmasıyla sosyalist hareket büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Çünkü Sovyetler Birliği’nin dünya sosyalist hareketinde ciddi bir ideolojik ağırlığı vardı. Aslında sosyalizmin değişime uğramaya başladığı yıllar Glasnost ve Perestroyka dönemlerine dayandırılabilir. Sovyetler Birliği’nin 1970’li yıllarda yaşadığı ekonomik resesyon Marksist aydınları devleti ayakta tutmak için farklı yollar aramaya itti. Özellikle Rusya’daki Sovyet aydınları 1980’lere gelindiğinde çoğunun Batı tipi liberal demokrasiyle öykündüklerini görüyoruz. Rus aydınları Batı’da büyük bir refah olduğunu düşünüyordu. Ancak Sovyetler Birliği dağılıp serbest piyasa ekonomisine geçildiğinde ekonomik durumları çok daha kötüye doğru gitti.
Sovyetler Birliği dağılıp tek kutuplu bir dünya düzenine geçildiğinde pek çok şey değişti. Karl Marks “Dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir” demişti. Bu düsturdan yola çıkarak Türkiye’de sosyalist sol iki kliğe ayrıldı: Birincisi: “geleneksel (Ortodoks) sol” diğeri ise: “liberal sol”. Geleneksel solun refleksi genelde Stalinisttir. Planlı ekonomiyi savunur, NATO, IMF, Dünya Bankası gibi tekellere karşıdır, geçmişteki Sovyet deneyiminde Stalin dönemindeki uygulamaların bazılarını olduğu gibi uygulamak ister. Liberal sol diyebileceğimiz kesim ise 1980’lerde ortaya çıktı. Murat Belge gibi eski Marksistlerin kurduğu Birikim dergisinde toplanan entelektüeller Marksizm’i farklı şekilde yorumlayarak günümüze bu ideolojiyi uyarlamak istediler. Özgürlükçü sol diyebileceğimiz bu grup NATO ve AB’ye karşı değiller.(1) İktidara gelmeden siyaset yapmanın erdemine vurgu yaparlar. Lenin’in öncü parti düşüncesine karşıdırlar. Sürekli Marks’ın gençlik döneminde yazdıklarına atıfta bulunurlar. Marks’ın “El Yazmaları” kitabını kutsal bir kitap gibi öne sürerler. Milliyetçiliğe ve Kemalizm’e ciddi şekilde düşmandırlar.
Birikim dergisinin etrafında kümelenen liberal solun 1990’lı yılların sonunda ÖDP adında bir parti kurdukları ve kitleselleşmeye çalıştıkları bilinmektedir. Ancak ÖDP’nin depolitizasyonu neticesinde bu grup başka siyasi örgütlerin çatısı altında örgütlenmeye çalışmışlardır. Liberal solcular türban olayı ve imam hatiplilerin üniversiteye giriş sınavında yaşadıkları katsayı probleminde yaşadıkları mağduriyet konusunda siyasal iktidarı yetersiz ve korkak davranmakla suçlayacak kadar bu meselelere sahip çıkmaları ilginçtir. Bu proseste ilginç olan nokta şu: Türkiye’de siyasal kutuplaşmanın yoğun olduğu bir dönemde kendi mahallesini karşısına alıp böyle bir siyasi tavır benimseyebilmesi denilebilir. Liberal sol Marksizm’i günümüze uyarlamaya çalışırken zaman zaman eklektizme düştüklerini de söylemek gerekir. Her ne kadar Marks kendileri için bir atıf kaynağı olsa da gerçek Marksizm’i değil sanki ideallerindeki Marksizm’i anlattıkları söylenebilir.
Çalışmamda ilk olarak Türkiye solunun tarihine kısa bir genel bakış sunduktan sonra soldaki yapısal eksiklikleri dile getireceğim.
Solun Tarihine Genel Bakış
Türkiye’de Cumhuriyet kurulmadan önce de sosyalistler vardı ancak günümüzdeki tipolojide değillerdi. Osmanlı sosyalistleri Niyazi Berkes’in tabiriyle “Doğu despotizmi” ile idare ediliyordu ve sosyalizm anlayışları da bu çerçevede biçimlendi. İlk olarak Fransız İhtilali’nin “eşitlik, özgürlük, adalet” mottolarından etkilenen Osmanlı aydını daha sonra ilk Osmanlı anayasasının yürürlüğe girebilmesi için grev ve boykotlara başvurdular. Ancak düşünce düsturlarında İslâmiyet ve devlet geleneğinin izleri hüküm sürüyordu.(2) Osmanlı aydının ilk yaptığı İslâmiyet ve sosyalizmi eklemleme sevdasına düşmek oldu. Çünkü Osmanlı merkez-çevre ilişkisi imparatorluğun durumuna göre şekilleniyordu. (Osmanlı Devleti’nde sanayinin ve işçi sınıfının olmaması, nüfusun yüzde 88’inin kırsalda köyde yaşaması…) Dolayısıyla Osmanlı aydınının bu dikotomiden etkilenmemesi mümkün değildi. Osmanlı’nın son dönemlerde Batıcılık-Türkçülük-Osmanlıcılık ve İslâmcılık gibi düşüncelerin palazlanması da Osmanlı’da sosyalist düşüncenin filizlenmesine engel oluyordu. Zira Osmanlı anayasasının diyalojik yapısı da Osmanlı sosyalizmine engel oluyordu. Örneğin; II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra hazırlanan anayasada grev ve boykot hakkına ciddi sınırlamalar vardı. Sendika kurma hürriyeti yoktu. Toplumsal mücadeleyi yürütebilecek zinde güçler baskı altına alınmıştı. Baskıcı bir anayasa olmasına rağmen sosyalist aydınlar bir şekilde mücadele yürütmeye çalıştı. Belki ironik olacak ama 2. Abdülhamit’in öz oğlu Abdülkadir Efendi de sosyalistti. Her ne kadar babası bu sebepten dolayı oğlunu hiçbir zaman benimsemese bile Abdülkadir Efendi düşüncelerinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Adı şaibelere karışsa da İştirakçi Hilmi’nin de sosyalizm mücadelesinde önemli bir yeri vardır. Çeşitli grevler organize etmiştir. Marksizm’in din ve mülkiyet konularındaki keskin tavrının Osmanlı aydınlarını korkuttuğu da söylenebilir. Dönemin şartları itibariyle Marks ve Engels’in yazılarını Osmanlıca’ya çevirebilecek insan sayısının az olması da sosyalizmin başat konu olmasını engelliyordu. Çoğu Osmanlı aydını günümüzdeki insanlarda olduğu gibi Marksizm’i tek cümleyle biliyordu: “Din afyondur”. Bazı yetkin Osmanlı aydınlarının Fransa’da Rus Narodnikler ile ilişkileri olduğu ortaya çıksa da bütün bunlar sınırlı çerçevede kalmıştır.
Türkiye’de sosyalizmin halk tarafından da duyulmaya başlanması 1917 Ekim Devrimi ile başlamıştır. Osmanlı aydını Ekim Devrimi’nden sonra Marks-Engels ve Lenin’in fikir dünyası ile ilgilenmeye başlamıştır. Nazım Hikmet, Mustafa Suphi, Ethem Nejat, Şefik Hüsnü, Hikmet Kıvılcımlı ve Şevket Süreyya Aydemir gibi aydınlar Rus devrimini incelemeye çalışmışlardır. Nazım Hikmet Rusya’ya gidip eğitim görmüş ve döndüğünde edindiği izlenimleri yazılarına dökmüştür. Bu aydınlardan Mustafa Suphi Türk Ocaklarına mensup liberal-milliyetçi bir aydın iken daha sonra sosyalist olmuştur. MUSKOM adı altında Sultangaliyev ile birlikte Müslüman dünyaya sosyalizmi yaymak için mücadele etmiştir. Ancak sonu vahşice öldürülmekle sonuçlanmıştır.
Kemalist Devrim’in de sosyalist hareketlere bakış açısı Osmanlı Devleti’nden farklı olmamıştır. Devletin ilk kuruluş yıllarında Sovyetler ile yakınlaşma kontekstinde bazı tavizler verilse de bu hareketlerin palazlanmasına izin verilmemiştir. Özellikle Birinci Meclis’te İslami sosyalizmi benimseyenleri dizginleyebilmek için Türkiye’nin ilk resmi partisi olan Türkiye Komünist Partisi kurulsa da bu parti devlet kontrolünde olan bir partiydi. Devrimci bir parti değildi. Kurucuları arasında Kazım Karabekir, Adnan Adıvar gibi muhafazakâr olarak bilinen önemli şahsiyetler vardı. Nitekim Mustafa Suphilerin öldürülmesi de Türkiye sosyalist hareketinin uzun süren bir sessizliğe gömülmesine yol açacaktı. Suphilerin öldürülmesinde Mustafa Kemal Atatürk’ün haberi var mıydı yok muydu kesin bir belge yok ama mecliste Suphilerin tartışıldığı meclis zabıtlarında vardır.(3)
Kemalist Devrimin sınıfsal bir diskuru yoktu ve sınıf söylemine karşı da her zaman alerjisi vardı. Zira sosyalist hareketlere karşı sert bir tavır takınmasında da şaşılacak bir durum yoktu. 1927 Tevkifatı ile arta kalan sosyalistlerin hepsi hapse atıldı. Bu sosyalistlerin bir kısmı siyasal iktidarla işbirliği yaparak kurtulabildi. Özellikle eski TKP içinde yaşanan hizipleşme zaten sayısı az olan sosyalistlerin daha da güç kaybetmesine yol açtı. Sosyalist sola tek parti döneminde son darbe 1938 Donanma Davası ile oldu. Bu dava sonucunda Nazım Hikmet 1950 yılına kadar hapis yattı. Hikmet Kıvılcımlı tutuklandı. Suçlama ise askeri isyana teşvik. Dava tamamen hukuka aykırılık teşkil ediyordu. Böyle bir davanın açılmasının neşet ettiği olay ise sadece sol düşünceli bir yayın okunmasıydı.(4) Nitekim sol bir yayının okunması askeri isyana teşvik olarak değerlendirildi ve sayıca az olan sosyalist aydınların hepsi tutuklandı ve ezildi. Bu davanın dışsal sebepleri de vardı. Zira o dönem Almanya’da Nazizm ve İtalya’da faşizmin güç kazandığı dönemlerdi dolayısıyla Türk hükümeti sosyalistleri ezerek dışarıya olumlu bir mesaj vermek istediği söylenebilir.
1946 yılında çok partili hayata geçildikten sonra ilk seçimler hileli olarak siyasi tarihimizde yazıldı. Demokrat Parti muhalefette iken özgürlük ve adalet söylemlerini çokça dile getirdi. DP’nin kuruluşunda Zekeriya Sertel ve Sabiha Sertel gibi solcuların rol oynadığı bilinmektedir. Hatta Celal Bayar istifa dilekçesini Zekeriya Sertel’in evinde yazmıştır.(5) Samet Ağaoğlu ise DP’nin kuruluş aşamasında solcularla fazla yakınlaşmasını eleştirmiştir.(6) Ancak Tan Olayları sonucunda DP solcularla arasına mesafe koymuştur. Tan Olaylarında yayınevi ve matbaası dağıtılan Zekeriya ve Sabiha Serteller tutuklandı. Yağmacılara ise kimse dokunmadı.
DP, 1950 yılında iktidara geldiğinde sosyalistlere karşı daha acımasızca davrandı. 1950 Tevkifatı bunlardan biriydi. Çoğu sosyalist aydın ve yazar işkencelerden geçirildi. 1951 ve 1952’de iki kez tutuklandığı için öğrenim hayatını tamamlayamayan ünlü sosyalist şair Ahmed Arif siyasal iktidarın gadrine uğrayan yazarlardan biridir. Uğradığı işkencelerden dolayı psikolojisi bozulmuş ve bir daha şiir yazamaz duruma gelmiştir. Ahmed Arif’in bir kitabı olmasının en önemli sebebi de bundan kaynaklanmaktadır.
1960’lar ise solun yükselişe geçtiği yıllar oldu. 1961 Anayasasının getirdiği özgürlük ortamı ile sosyalist sol daha önce hiç öngöremediği örgütlenme hakkına sahip oldu. Üniversitelerin özerkliği, grev, sendika hakkı, TRT’nin özerkliği, dernek açma serbestliği solun kendisini topluma anlatabilmesini sağladı. 1961’de Türkiye İşçi Partisi’nin kurulması daha sonrasında DİSK’in ortaya çıkması solu ciddi bir siyasi figür yaptı. Üniversitelerde fikir kulüpleri altında örgütlenen üniversite öğrencileri daha önce adını hiç duymadığı sol yazarların düşüncelerini kolaylıkla elde edebildi. 1960’lı yıllar Türkiye’de neden en çok kitap okunan dönem olması şaşırtıcı olmasa gerek. Ancak entelektüel ortamın dağılması en önemli sebebi özellikle Adalet Partisi’nin anayasaya aykırı biçimde hareket etmesinden kaynaklandı. 1960’lı yılların sonunda CKMP’yi ele geçiren Alparslan Türkeş’in MHP’sinin sol görüşlü kişilere yönelik şiddet eylemleri ortamın gerilmesine neden oldu. Anayasanın işlemediğini gören ve sürekli saldırılara maruz kalan sol görüşlü öğrenciler demokratik olmayan farklı yollar aramaya başladı.
1970’li yıllar sağ-sol terörünün gölgesinde geçti. Ancak bu savaşın adil bir savaş olmadığı söylenebilir. Zira sağ kesim devlet tarafından destekleniyordu. Devlet-MHP ilişkilerini araştıran savcılar, avukatlar, yazarlar, akademisyenler ve aydınlar öldürülüyordu. Bunlardan birisi de savcı Doğan Öz idi. Kontrgerilla ilişkisini araştırdığı için MHP’li İbrahim Çiftçi tarafından katledildi. Şahıs, üç kere idam cezası almasına ve suçunu itiraf etmesine rağmen Askeri Yargıtay tarafından serbest bırakılmıştır. İbrahim Çiftçi daha sonra MHP’de aktif siyaset yapmıştır.
1980 darbesi sağ ve sol ayırt etmeden iki kesimi de hedefine koymuştur. Ancak darbenin asıl hedefi solu tamamen yok etmekti ve bunda da başarılı oldular. Darbe işçi sınıfının hafızasını tamamen sildi. Sivil toplum örgütleri, dernekler, sendikalar ve partiler kapatıldı. 1980 darbesi sosyalist sol için bir eşikti denilebilir. Darbeye karşı sosyalist örgütler ciddi bir direniş de gerçekleştiremedi. Dev Yol gibi kitle örgütleri kolaylıkla teslim alındı. Kendi yayınlarında da sol yenilgiyi kabul etmiştir.
Sosyalist solun teorik-pratik yanlışları ise şunlardır…
Sosyalist Sola Eleştiriler
Osmanlı sosyalistlerinin bir gelenek yarattığını söylemek güç olsa da bir farkındalık geliştirdiği söylenebilir.(7) Bunun nedenlerini yukarıda anlattım. Benim odaklanacağım konu daha çok Cumhuriyet dönemi ile ilişkili olacak.
Türkiye solu gelişme ve ayrışma çizgisini belirleyecek iki kaynağı vardır: 1- Türkiye ulus-devletinin kuruluşu (Cumhuriyet Devrimi) ve 2- 1917 Ekim Devrimi. İki devrim Türkiye sosyalist soluna aydınlanmacılık, ulusal kalkınma, anti-emperyalizm, devletçilik, ulusal kurtuluşçuluk gibi kavramları kazandırmıştır.(8) Bu diskur Türkiye soluna paçal bir milliyetçilik özelliğini kazandırmıştır. Gerçekten de Türkiye sosyalist solu genelde kendisini tarif ederken milliyetçi/yurtsever olarak tanıtlar. Enternasyonalizme inanan sosyalistlerin sayısı görece daha azdır. Türkiye ulus-devletinde milliyetçi olmanın iki tür bir sakıncası vardır: 1- Demokrasiyi içselleştirememek, 2- Şiddet eylemlerine girişmek
Ömer Laçiner “Sosyalizm versus Milliyetçilik” adlı makalesinde şunları ifade eder:
“Yurtseverlik milliyetçiliğin sosyalistleşmesinden çok sosyalizmin milliyetçileşmesine yol açar. Sosyalist hareket yurtseverliği içselleştirdikçe düşünme biçimi emperyalizm-anti emperyalizm eksenine sıkışır. Böylesi bir dönüşüm ise akılcı düşünme pratiklerini işlemez hâle getirir.”(9)
Laçiner’in birinci iddiasının doğru olduğu kanaatindeyim ancak ikinci iddiasının paranoyaya gitmediği müddetçe kötü bir şey olmadığına inanıyorum. Zira anti-emperyalist olmak enternasyonal bir insanda da olması gereken vasıflardan biridir.
Roni Marqulies’in iddiasına göre Türk solu fazla yerlidir. Bundan dolayı da anti-kapitalist değil anti-emperyalisttir. Ülke sınırları içerisinde düşünür.(10) Bu savın doğruluk ölçüsü olduğuna inanıyorum ancak yerli olmanın da İbni Haldun’un asabiyet teorisinde olduğu gibi olumlayıcı yanları vardır. Örneğin; İbni Haldun yerli olanların kurduğu örgütlerin daha sağlam ve kalıcı olduğunu söylemektedir. İkincisi yerli olmak sadece Türk soluna menkul bir şey değil.
Enternasyonalistlerin yurtseverlik/milliyetçilik aleyhine öne sunduğu iki argüman var: Karl Marks’ın “Komünist Manifestosu”, “Proleteryanın vatanı yoktur” savı.(11) Bu iki argümanı ele aldığımızda haklılık payları var. Bana göre de Karl Marks ve Engels enternasyonalistti. Ama birincisi bizim gibi ülkelerde din ve milliyetçilik gibi olgular güçlü olgulardır. Kitleselleşmek için yurtsever olmak zorunluluktur. İkincisi katıksız bir enternasyonalist olabilmek için öncelikle tüm dünyanın sosyalist olması gerekmektedir. Tüm dünya sosyalist olduktan sonra denilebilir ki tüm sınırlar kalktı ve bütün dünya kardeştir. Din, millet ve mezhep ayrımının ortadan kalkması ancak buna bağlı kılınabilir. Sınırların olduğu bir dünyada yurtseverliği milliyetçiliğe eş değer tutmak yanlış bir çözümlemedir. Zira bir insanın sosyalist olmasının başlıca gayesi de ülkesinin daha mutlu ve müreffeh bir şekilde yaşayabilmesi için değil midir? Bir Fransız veya Alman sosyalisti yurtsever değil midir? Hatta onlar Türkiye’deki sosyalistlerden çok daha yurtsever veya milliyetçidir. Cezayir Fransa’nın sömürgesiyken bazı Fransız sosyalistleri Cezayir’in Fransa’nın sömürgesi olarak kalmasından yana tavır koymadı mı? Batı proletaryası Doğu ülkeleri sömürülürken Batı burjuvazisinden sus payı almadı mı? Kimlik siyaseti yapmak farklı bir şey, ülkesinin kalkınmasını ve demokrasisinin gelişmesi için mücadele etmek farklı bir şey.
Türkiye’de geleneksel sosyalist solun genel özelliklerinden birisi de demokrasiye mesafeli yaklaşmasıdır. Demokrasinin eksikliklerinin olduğu bilinen bir gerçektir ancak çeşitli rötuşlarla düzeltilebilir bir olgu denilebilir. Örneğin; Karl Marks’a göre, gerçek demokrasi Fransız Devrimi ile başlar ama devrim tamamlanamadığı için nihayete varamamıştır. Demokrasi derinleştikçe kurumsallaşma sağlanır ve devlet-toplum yabancılaşması ortadan kalkar böylece halk egemenliği sağlanmış olur.(12) Demokrasi ile eşitlik arasındaki korelasyonu Türkiye sosyalist solunun görmesi gerekir. Sosyalist solun yapması gereken şey; demokrasi karşıtlığı yapmaktan ziyade kapitalizm ile demokrasinin uyuşamayacağını işlemek olmalıdır.(13) Türkiye solunda genellemeci yaklaşım vardır. “Bir şey ya toptan iyi ya da toptan kötüdür.” Farklı bir şey söyleyeni hemen revizyonistlikle suçlamak solun çocukluk hastalığıdır. Halbuki Marks’ın dediği gibi tarih sürekli tekamül içerisindedir. Şartlara göre yenilenme tarihsel bir zorunluluktur. Diyalektik düşünce de bunu gerektirir.
Türkiye geleneksel solun bırakması gereken alışkanlıklarından birisi de siyasi ajitasyon ve 19. yüzyıl terminolojisi ile kullanılan dildir. Gündelik hayata daha çok yakınlaşmaları gerekir. Bilim fetişizmi bırakılmalı. Marks bilime önem vermiş ama olguculuk yapmamıştır. Diyalektik düşünceyi ön plana çıkarmıştır. Ona göre; sosyal bilimlerde kesinlik diye bir şey yoktur.(14)
Geleneksel solun tartışmaya açmadığı konulardan birisi de sosyalist planlı merkezileşmiş ekonomi modelidir. Planlı ekonominin pek çok faydası vardır. Kabullenilir bir yöntem. Ancak handikapları da vardır, hantal bir yapıya dönüşebilir. Planlı ekonomi modeli sosyalizmin olmazsa olmazı değildir. Planlı ekonomi modelini Sovyetler Birliği ilk olarak Enrico Barone adlı bir İtalyan askerden teorize ederek almıştır. Marks’ın teorisinde de merkezileşmiş bir ekonomi modeli yoktur. Barone sosyalist bile değildi.(15) Şu anda serbest piyasa ekonomisine üç alternatif model vardır: 1-Planlı ekonomi 2- Karma ekonomi., 3- Tito’nun özyönetimci piyasa sosyalizmi. Üçüncü bir yol olan Tito’nun piyasa sosyalizmini Ali Yaşar Özgürlük Dünyası adlı dergide şöyle açıklıyor: “Özyönetimciler küçük üreticilerin kolektifleştirilmesini “Rus yolu” olarak mahkum etmişler, kapitalist çiftliklerin kurulmasını ve özel köylü işletmelerin teşvik edilmesi tercih etmişlerdir.”(16) Bugün Çin’de kamu ve özel işletmelerin işbirliğine dayalı karma bir ekonomi modeli uygulamaktadır. Bu model Stalinist ekonomi modelinden kopuşu temsil etmektedir. Sosyalist solun kapitalizme karşılık olarak bir model uygulayabilmesi için sormak zorunda olduğu zor bir soru var: 1)“İnsan ihtiyaçları sınırsız mıdır?”. Uygulayacağı ekonomik modeli tespit etmeden önce bu zor soruyu rasyonel biçimde açıklamak zorunda aksi takdirde geçmiş deneyimlerin yaptığı hatalara düşülecektir.
Geleneksel sol tarihin itici gücü olarak gördüğü işçi sınıfını önemsediği bilinmektedir. Karl Marks’ta da bunu görebiliyoruz. Ama işçi sınıfının yeterince bilinçli olmaması siyasal hareketin kitleselleşmesine engel olmaktadır. Bütüncül bir emek anlayışı ortaya konulmalıdır. Daha önce değindiğim gibi 19. yüzyıl terminolojisiyle bütüncül bir emek siyaseti yapılamaz. Öncü parti anlayışıyla işçi sınıfına gidilmek istendi ama istenen başarı bir türlü elde edilemedi. Günümüzde insanlar sendikalar, dernekler veya partiler gibi geleneksel araçlar vasıtasıyla politize olamamaktadırlar. Sosyal medya denilen uygulama bugün itibariyle kitlelerin pasifte olsa örgütlenebildiği bir mecradır. Toplum üzerindeki algılar sosyal medya üzerinden yürümektedir. Her ne kadar sosyal medya bir güç olsa da toplumsal devrimlerin gerçekleşebilmesi için tek başına yeterli bir argüman olmadığını da söylemek gerekir. O hâlde toplumun ihtiyacı olan itici güç öncü parti değildir. Eğer sol toplumu kendi ideolojik anlayışı doğrultusunda mobilize etmek istiyorsa başka yollar bulmalıdır. Bu (Farklı) yollar bulunsa bile uygulayabilmenin yolunun ekonomik güçten geçtiği söylenebilir.
Sosyalistlerin amacının sosyalist devrim yapmak olduğu biliniyor. Ancak devrimin başarılı olabilmesi için objektif ve sübjektif şartların olgunlaşması gerekir. Her ne kadar kapitalizm krizler sistemi olsa da işçi sınıfının harekete geçebilmesi ve politik bilinç sahibi olması için gerekli şartları sunmuyor. 21. yüzyılı 200 yıl öncesiyle yorumlamak doğru bir analiz değil. Yeni yollar ve yöntemler aranmalıdır. Devrimi gerçekleştirecek olan işçi sınıfından medet ummak bile sorgulanmalıdır. Kaba materyalizm tartışmaları bırakılmalı, toplumu kucaklayıcı bir jargon geliştirilmelidir. Başarıya ulaşmak için arrivist bir bakış açısı önemlidir. Bir yol sürekli deneniyor ve olmuyorsa yeni yollar aramak gerekir. Zaten Marks ve Lenin’de işçi sınıfının “kendisi için sınıf” durumuna gelmelerini sürece ve Enternasyonal’in inisiyatifine bırakırken, Lenin bu niteliksel sıçramanın kendiliğinden gerçekleşmeyeceğini tespit etmiştir. Aslında tarihe yön verebilen akıllı tek bir sınıf vardı o da “burjuvazi”. İşçi sınıfının burjuvazi gibi iktisadi bir sistem yaratması imkânsızdı.(17) Yani denilebilir ki Marks ve Lenin’de romantize edilen saplantılı bir işçi sınıfı güzellemesi yoktur.
Her çağın kendine özgü koşulları vardır. Örneğin; Karl Marks’ın yaşadığı dönemde işçiler çok kötü koşullarda yaşıyorlardı ve öncü bir parti düşünülmedi. Bu eksikliği tamamlayan ise Lenin olmuştur. Sosyalist sol günümüzde yeni Marks ve Leninlerin eksikliğini yaşıyor. İkincisi dünyada yeni yetişen nesil serbest piyasacı modelin getirdiği rekabetçi ortamla bireyci düşünmektedir. Toplumsal sorunları içselleştirerek düşünüp pratiğe dönüştürmeye çalıştığı söylenemez. Sosyalist sol romantik ruh hâlinden sıyrılarak yeni nesle ulaşmaya çalışmalıdır. Gençler iş, güvence ve huzur istemektedir. O hâlde sosyalist solun yapacağı şey gençlere iktidara geldiklerinde bu sorunları çözebilecek siyasi iradenin kendilerinde olduğunu gençlere kanıtlaması gerekir.
Solun üzerinde düşünmesi gereken konulardan birisi de “rekabet koşulları”dır. Önsel olarak “devlet kâr etmek için mi vardır yoksa halka hizmet etmek için mi çalışır?” sorusuna yanıt vermesi elzemdir. Çünkü rekabet şartlarının olmadığı ve bütün ekonomik hamlelerin devlet tarafından gerçekleştirildiği devletlerde bütçeye sürekli ek yük binmektedir. Bilindiği üzere Sovyet sosyalizminde özel işletmeler yoktu ve ekonomide devletin hâkimiyeti mevzu bahis idi. Halk ekonomik olarak görece rahatlık içerisindeydi ama devlet, bütçesini konsolide edebilmekte zorlanıyordu. Türkiye’de sosyalist ideologlar serbest piyasa ile sosyalizmin bir arada olup olamayacağını iyi tahlil etmelidir. Geleneksel sol bu konuda tavizsiz şekilde “hayır” cevabı vermekte ama liberal sol geleneksel sola bu konu üzerinden şiddetli eleştiriler yöneltmektedir. Son tahlilde Türkiye sosyalistleri amaçlarının devletin kâr etmesi değil halka hizmet olduğunu öne sürerse bu tartışma anlamsız hâle gelecektir.
Sol ve İslâm arasındaki ilişki de solun içinde sürekli tartışılan bir konudur. Örneğin; Hikmet Kıvılcımlı sol ile İslâm arasında verimli bir ilişki bulabilmiştir. Kıvılcımlı sosyalizmi İslâmlaştırmak yerine İslâm’ı sosyalistleştirmeye çalışmıştır. Kendisi kaba materyalizm yanılgısına düşmemiştir. Kendisi İslâm’ı eşitlikçi bir din olarak anlattığı tafsilatlı bir Kur’an tefsirine imza atmış ilk Türkiyeli sosyalisttir.(18) Kitlelerle iletişim kurabilmek açısından bu konunun önemini algılamak gerekir.(19)
Kıvılcımlı Marksist külliyatı kendisine rehber edinen bir aydın idi. Ama Marks’ta eksik gördüğünü söylediği antika tarih ve Morgan’da eksik olan tarihsel devrimler kavramsallaştırmasını farklı disiplinler vasıtasıyla oluşturmuştur.(20) Geleneksel solun varsaydığının tersine tarihi yalnızca teknik güçlerin oluşturmadığını da tezlerine eklemiştir. Babahan ve Anahan hukuktan bahsetmiştir. Ona göre; barbar olarak kabul edilen insanlar medeni insanlardan çok daha insancıldır. Çok daha güzel özellikleri vardır ve komünal bir yaşam sürmektedirler. Yani Kıvılcımlı Batı’nın dayattığı medeni insan portresine karşı yeni bir insan modeli ortaya koyabilmiştir.
Türkiye sosyalist solunun Hikmet Kıvılcımlı’yı daha fazla analiz etmesi gerektiği kanaatindeyim.
Sonuç
Türkiye’de sınıfsal çelişkilerin olmadığını öne sürmek ham bir fikir olacaktır. Temel olarak Türkiye solunun söylemlerindeki teorik yanlışlıklar pratik düzlemde tezahür ediyor. Türkiye solu bilinenleri tekrarlasa da bir teorisi vardır. Ancak pratiğe dönüşümü noktasında yaşanan aksaklıkları görmek istemiyor. Bu boşlukta yeni bir şey söyleyenleri ise yaftalama yoluna gidiyor. Apoloji noktasında da sorun görmüyorum ama yeni yollar bulma noktasında teorik boşluklar olduğunu düşünüyorum. 1848 Devriminin yenilgisinden sonra devrimci iradenin tekrar şaha kalkışını anlatanlar, Türkiye’deki nesnel şartların farkında değiller. Batı ve Doğu’nun sosyolojik farklılığı göz ardı ediliyor. Türkiye’de Batı’da yaşanan sınıf savaşları ve alttan- üste kopuşlar hiçbir zaman yaşanmadı. Meşrutiyet, Cumhuriyet hatta çok partili hayata geçiş her zaman üstten alta dayatmayla yaşandı. Bizde hiçbir zaman siyasal-toplumsal farkındalık tam anlamıyla olmadı dolayısıyla politik bilince sahip bir işçi sınıfından devrim beklemek de olsa olsa romantizm olacaktır ya da kendi toplumunu tanımama anlamına gelecektir. Türkiye’nin kendine özgü normatif yapısı, kendine özgü devlet geleneği var ve bu gelenek içerisinde yoğrulmuş insan yığınları mevcut. Osmanlı’dan günümüze devlet adaletsizlik, zulüm ve kötülük yapsa da itaat etmenin dinin gereği olduğuna inanan insanlar var. Böyle bir sosyolojik hayal kırıklığını doğrudan dönüştürmek sanıldığı gibi kolay değildir. Apolojik olarak tezin ne kadar doğru olursa olsun insanları bulunduğu sosyal çevre ve sosyo-ekonomik şartlardan soyutlamak doğru bir çözümleme olmaz. Bugün sosyalizmin altın çağını yaşamadığı bilinen bir gerçektir, o hâlde Türkiye’de sosyalizm düşüncesinin başarıya ulaşmasını isteyenler varsa bunu Türkiye’nin şartlarına uygun bir sosyalizm ile anlatmalıdırlar. Türkiye’nin Rusya, Küba, Almanya, Fransa ve Vietnam olmadığı tarihsel açıdan deneyimlendi. Türk tipi bir sosyalizm arayışında sosyalist literatürde pek çok düşünür yetişmiştir. Ancak yapılması gereken bu yolda devamlılık arz etmeyi gerektirmektedir. Türkiye solunun legal siyaset yapması ve üslubunu yeniden gözden geçirmesi gerekir. Solu sağcılaştırmadan sağı solculaştırmayı denemelidir. Bunu yapabilmesi için de siyasi bir ağırlığı olmalı. Bu da toplumun psikolojisini ve sosyolojisini iyi çözümleyebilmekten geçer.
Geleneksel sola eleştiri getiren liberal sol ise alt yapı ilişkilerinde değişime fazla önem vermemiş iken daha çok Marksizm’in üst yapı olarak nitelendirdiği alanlara ağırlık vermiştir.(21) Bu kliğin NATO ve finans-kapital hakkındaki söylevleri de son derece tartışmaya açık konular. Marksizm’deki bazı dogmaları tartışmaya açmaları güzel ancak söylemlerine dikkat edildiğinde solu sol yapan ilkelerden hızla uzaklaştıkları görülmektedir. Örneğin; Ahmet İnsel’in özelleştirmeler konusundaki tavizkar tutumu sol kesimin tepkisini çekmişti.
Kaynakça
Bu sempozyum bildirisi daha önce 4TH INTERNATIONAL AZERBAIJAN CONGRESS ON HUMANITIES AND SOCIAL SCIENCES adlı sempozyumda yayımlandı. Sol Medya’da yayımlanması için izin alındı.
*Vatan sevgisi kuralımızdır.
1)Can Ulusoy, “Etik ve Adalet Merkezli Yeni Bir Siyaset Arayışı: Türkiye’de Özgürlükçü Sol”, Doğu Batı, 59, Ocak 2011-2012, s. 236.
2)Hande Sonsöz, “Sosyalizmin Türkiye Düşünce Tarihindeki İzleri Ya Da Sosyalistçe Yaşamın Diğer Adı Zor Zanaat”, Doğu Batı, 59, Ocak 2011-2012, s. 100.
3)TBMM Gizli Celse Zabıtları, Devre:1, Cilt:1, İçtima:1, 22.01.1921.
4)http://nazimhikmetran.biz/dava_38_donanma.html Son Erişim Tarihi: 22.07.2023.
5)Ayrıntılı bilgi için Bkz. Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2000.
6)Ayrıntılı bilgi için Bkz. Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, Baha Matbaası, İstanbul, 1972.
7)Oya Baydar, “Türkiye Solu Üzerine (Öz) Eleştirel Notlar”, Doğu Batı, 59, Ocak 2011-2012, s. 14.
8)Agm, s. 16.
9)Ömer Laçiner, “Sosyalizm versus Milliyetçilik”, Birikim, 249, 2010, s.7-65.
10)Roni Marqulies, “Milliyetçilik Çıkmazından Çıkış Var Mı?”, Birikim, 202, 2006, s. 5-64.
11)Armağan Öztürk, “Birikim Dergisinde Liberal Sol İdeoloji Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme”, Doğu Batı, 59, Ocak 2011-2012, s. 187-188.
12)Agm, s. 184; Ahmet İnsel, “Günümüzde Demokrasi, Komünizmdir veya Tam Tersi”, Birikim, 259, 2010, s. 14.
13)Agm, s. 185.
14)Agm, s. 181.
15)Soner Yalçın, “Sovyetlerin Başaramadığı Tek Konu Bu”, Oda Tv, 29.12.2017.
16)Ali Yaşar, “Sosyalizm ve Piyasa Bir Arada Olur Mu?”, Özgürlük Dünyası, 238, 2013, s. 54.
17)Ulusoy, agm, s. 233.
18)Barış Aydın, “Kaybolmuş Sosyalizmin Eskicileri: Ernst Bloch ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı”, Geçmişten Geleceğe Kıvılcımlı’yı Anlamak, Notabene Yayınları, İstanbul, 2021, s. 134-135.
19)Bu paragraf için Bkz. Girayalp Karakuş, “Quo Vadis: Türkiye Sosyalist Soluna Eleştiriler 2”, BizimTv, 06.09.2023.
20)Canan Özcan Eliaçık, “Hükmet Kıvılcımlı’nın Tarih Anlayışı ve Tarih Tezi”, Geçmişten Geleceğe Kıvılcımlı’yı Anlamak, Notabene Yayınları, İstanbul, 2021, s. 96-97.
21) Ulusoy, agm, s. 236.



