Bir anne için en ağır şey, evladının acısına bir yer bulamamaktır. O acıyı nereye koyacağını bilememek; ne başucuna bir dua, ne mezar taşına bir çiçek kondurabilmektir. Emine Ocak, bu ülkenin utanç tarihinde yalnızca bir anne değil, aynı zamanda direnişin adı olarak yer aldı. Oğlu Hasan Ocak’ın işkenceyle öldürülmüş bedeni, haftalar süren arayışın sonunda kimsesizler mezarlığında bulunduğunda, bir devrin maskesi düştü; devletin inkârı çırılçıplak ortaya çıktı. Emine Ana o mezarın başına vardığında, artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı.
Hasan Ocak gözaltında kaybedildiğinde takvim 1995’i gösteriyordu. Gözaltına alındığı inkâr edildi, yalanlar söylendi, deliller karartıldı. Ama Emine Ocak yılmadı. “Oğlumu istiyorum” diyerek başlayan o yürüyüş, bir halkın vicdanını harekete geçirdi. Ve sonunda Hasan’ın bedeni, Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’ndan çıkarıldı. Üzerinde işkence izleriyle… Artık bir mezarı vardı. Ama bu, annenin acısını hafifletmedi. Çünkü mesele sadece bir bedenin toprağa verilmesi değil; o bedeni toprağa düşüren elin hâlâ adalet karşısında hesap vermemiş olmasıydı.
Emine Ocak, işte tam da bu yüzden, mezar başında yas tutan bir kadın değil; Galatasaray Meydanı’nda adalet arayan bir halkın öncüsü oldu. Çünkü o, oğlunun kaybıyla birlikte sadece kendi evladının değil, bu coğrafyada kaybedilen binlerce insanın annesi haline geldi. Hasan’ın bir mezarı vardı belki, ama Vedat Aydın’ın, Murat Konur’un, Fehmi Tosun’un, Cemil Kırbayır’ın, Zeki Tekin’in hâlâ yoktu. Ve Emine Ocak, yalnızca kendi acısıyla değil, tüm bu isimsiz boşluklarla birlikte yürüdü Galatasaray’a.
O günden sonra güldüğüne kimse şahit olmadı. Ne günlük işlerle uğraştı, ne küçük mutluluklara yer açtı. Yaşamayı seçti ama hayata dönmedi. Çünkü onun hayatı artık yalnızca kaybedilenleri anmak ve gelecekte bir daha kimsenin kaybedilmemesi için durmaksızın haykırmaktı. Bir annenin acısından yükselen bu haykırış, devletin kulaklarını sağır etmeye devam etti. Haftalarca, yıllarca, on yıllarca süren o sessiz oturuşlarda; polisin copuna, göz yaşartıcı gazına, yasaklara ve inkâra karşı Emine Ana hep aynı cümleyi kurdu:
“Ben oğlumun hesabını soruyorum.”
Bugün artık aramızda değil. O suskun ve dimdik duruşunu, yüzündeki derin çizgileri, gözlerindeki uzak bakışı yalnızca bir annenin hüznüyle açıklamak yetersizdir. O, bu topraklarda devlet eliyle işlenmiş suçlara karşı sarsılmaz bir vicdandı. Sadece bir evladını kaybetmenin değil, bir ülkenin hafızasını diri tutmanın yükünü omuzladı. Ve bu yükle, o sessiz meydanı bir hafıza mekânına dönüştürdü.
Galatasaray Meydanı’nda onun izini sürmek artık sadece politik bir duruş değil, ahlaki bir zorunluluktur.




