Sezin Semra SARAL
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. İsrail Karşısında İslam Dünyasının Yaşadığı Çöküş!

İsrail Karşısında İslam Dünyasının Yaşadığı Çöküş!

Tarihin tanıklık ettiği en trajik dönemlerden birinde, Orta Doğu haritasının küçük ama kudretli bir aktörü olan İsrail, dünyanın gözü önünde yürüttüğü sistematik katliam ve etnik temizlik

Advert
featured
service
0
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala
Advert

Tarihin tanıklık ettiği en trajik dönemlerden birinde, Orta Doğu haritasının küçük ama kudretli bir aktörü olan İsrail, dünyanın gözü önünde yürüttüğü sistematik katliam ve etnik temizlik politikalarıyla bir halkı yok etmeye yemin etmişçesine hareket ederken; İslam dünyası utanç verici bir sessizlik, edilgenlik ve siyasal iflasın gölgesinde, kendi içine gömülmüş durumda.

Siyonist ideolojinin tarihsel hedeflerini harfiyen gerçekleştiren bir devlet olarak İsrail, yalnızca askeri kapasitesiyle değil, diplomatik çevikliğini hegemonik güçlerin stratejik çıkarlarıyla uyumlandırma da ki maharetiyle de bölgesel bir tahakküm odağına dönüşmüşken; İslam ülkeleri hâlâ iç çekişmelerle, mezhep rekabetleri ile, sınıfsal kırılmalarla ve içe dönük despotik iktidar mücadeleleri ile meşgul.

Bu yapısal dağınıklık, İsrail’in Filistin halkına karşı yürüttüğü açık soykırım ve uluslararası hukuku alenen ihlal eden operasyonları karşısında İslam dünyasının neden bu denli tepkisiz ve etkisiz kaldığını açıklıyor.

Bugün Gazze’de yaşananlar yalnızca bir insanlık trajedisi değildir; aynı zamanda İslam coğrafyasının kolektif vicdanının iflasıdır. Yüz binlerce sivilin kuşatma, açlık, bombardıman ve kitlesel yerinden edilme süreçleriyle yok edildiği bir zeminde, sözde “ümmet bilinci” üzerine kurulu söylemlerin anlamsızlığı bir kez daha ifşa olmuştur. İsrail’in gerçekleştirdiği bu sistematik kırım karşısında, İslam ülkelerinin çoğunun ortaya koyduğu tavır, siyasi karakter yoksunluğunun ve uluslararası arenada etkisizliğe mahkum olmuş, bağımsızlık illüzyonuna sahip rejimlerin resmidir.

Filistin meselesi, İslam dünyasında artık yalnızca duygusal bir refleksle sahiplenilen, ancak rasyonel ve stratejik hiçbir çözüm perspektifi geliştirilmemiş bir “sembolik dava”ya dönüşmüştür. Hemen her katliamdan sonra birkaç başkentte toplanan yüz binler, birkaç slogan, birkaç sembolik yürüyüş ve sonrasında gelen mutat “beddualarla” siyasi angajman sorumluluğundan muaf tutulmaya çalışılan kitle psikolojisiyle karşı karşıyayız. Bu durum yalnızca halk düzeyinde değil, ne yazık ki entelektüel çevrelerde de aynı yüzeysellikle kendini göstermektedir.

İslam dünyasının kanaat önderleri, akademisyenleri ve aydınları, meseleyi analiz etmek, aktörleri teşhis etmek ve çözüm önerileri üretmek yerine, meseleyi sürekli inançsal bir alana havale ederek, tarihsel romantizmin ve hamasi retoriğin ardına sığınmaktadır.

Öyle ki kimi çevrelerde “Allah belalarını versin” demek, stratejik bir direniş göstergesi olarak kabul görmekte, dua ve lanet yarışları ciddi siyasal analizlerin yerini almaktadır. Bu, düşünsel üretimin yerini duygusal tatmine bıraktığı ve siyasal cesaretin yerini kolaycılıkla değiştirdiği bir zihinsel yozlaşmanın tezahürüdür.

İsrail’in bölgesel bir güç olarak bu denli etkili hareket edebilmesinin en temel nedenlerinden biri, karşısında caydırıcı bir siyasi blokun, stratejik bir ortaklık zemininde hareket eden bir İslam dünyasının bulunmamasıdır. Bölgedeki Arap rejimlerinin çoğu, kendi iktidarlarının bekasını İsrail’le işbirliği yapmakta bulmuş; Filistin davasını ise yalnızca iç kamuoyunu oyalayan bir vitrin aracı olarak kullanmıştır. Körfez ülkelerinden Kuzey Afrika’ya kadar birçok başkentte, Filistin meselesi iç politikadaki iktidar mühendisliklerinin bir aracı haline getirilmiştir.

Bu tabloya Türkiye ve İran gibi öne çıkan ülkeler de eklenince, mezhep merkezli politik çıkarların, ortak bir İslam dayanışmasının önüne nasıl geçtiği çok daha net görülmektedir. Ortak akıl, ortak savunma, kolektif diplomasi, ekonomik boykot ve hukuki mücadele gibi araçlar yerine; rekabetçi dış politika ve bölgesel üstünlük yarışı, İsrail’e karşı bir cephe oluşmasını imkânsız hale getirmiştir.

İslam dünyasının bir başka kırılma noktası da entelektüel üretimin, siyasal cesaretin ve ahlaki direnişin yerini konforlu analizlerin almış olmasıdır. Akademik çevreler, bu kriz anlarında bile risk almaktan kaçınmakta, pozisyon almak yerine “dengeci” olmayı seçmekte, tarafsızlık kisvesi altında tarihsel adaletsizlikleri normalleştirmektedir.

Oysa ki gerçek bir aydının görevi, en zorlu koşullarda dahi hakikatin yanında durmak ve bu duruşu siyasal bir tutum haline getirmektir.

Bugün yaşananlar, yalnızca bir askeri dengesizlik ya da diplomatik başarısızlık değildir. Bu bir medeniyet krizidir. Varlığını ahlaki üstünlük iddiasıyla temellendiren bir inanç coğrafyasının, bu kadar derin bir adaletsizlik karşısında sessizliğe gömülmesi, kendi iddialarını da anlamsızlaştırmaktadır.

Artık sözüm bitmediği; tam tersine fiile dönüştüğü, tavrın teoriye galip geldiği bir döneme giriyoruz. Bu saatten sonra yapılacak her analiz, ortaya konulacak her tepki, gerçek bir duruşa ve stratejiye dayanmadığı sürece, yalnızca vicdan rahatlatma egzersizleri olmaktan öteye gitmeyecektir. İsrail’in gerçekleştirdiği katliamlar elbette mahşeri bir hesapla karşılık bulacaktır; ancak bu dünyada tarihde ahlak da siyaset de unutmaz.

İslam dünyası ya bu zillet halinden çıkacak, ya da bu çaresizliğe mahkûm olarak yalnızca kendi içine değil, tarihin karanlık sayfalarına da gömülecektir.

Sezin Semra SARAL

İsrail Karşısında İslam Dünyasının Yaşadığı Çöküş!
+ - 0

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advert
Advert
Giriş Yap

Sol Medya ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin