Suriye bugün klasik anlamda bir devlet değildir; iktidarın paramiliter gruplara, toplumsal düzenin mezhep milislerine, egemenliğin ise yabancı istihbarat ağlarına devredildiği bir harabeler ülkesidir. İşte bu kaos ortamında, geleneksel diplomatik mekanizmaların yerini artık hava saldırıları, drone operasyonları ve vekâlet gruplarının tehcir politikaları aldı. Ve bu kaotik düzlemde İsrail’in Şam’a yönelttiği son müdahale, yeni bir dönemecin habercisidir.
Artık mesele İsrail’in bir komşu devlete saldırması değil; Suriye’nin bir devlet olup olmadığıdır. Ve daha önemlisi: Ortadoğu’da “egemenlik” kavramının ne anlama geldiğidir.
İsrail’in bugün Suriye’nin cumhurbaşkanlığı sarayını ve genelkurmay başkanlığını defalarca doğrudan hedef alması bir “misilleme” değil, stratejik bir müdahaledir. HTŞ gibi deynekçi terör yapıların Dürzî halkına yönelik katliam girişimi, sadece etnik temizlik değildir; aynı zamanda Suriye rejiminin zımni onayıyla ilerletilen bir “mezhep mühendisliğidir.” Bu politika, yıllardır Kürtlere, Alevilere, muhalif Araplara ve diğer etnik gruplara karşı yürütülen sistematik şiddetin yeni bir halkasıdır. Ancak bu kez karşısında sessiz bir uluslararası kamuoyu değil, sınırın hemen ötesinde bir karar verici olarak konumlanan İsrail vardı.
Bu müdahale, İsrail’in artık yalnızca güvenlikçi reflekslerle değil, doğrudan bir bölgesel mühendislik stratejisiyle hareket ettiğini gösteriyor. Şam rejiminin meşruiyeti, iç savaşla değil; Şam’ın göbeğine düşen füzelerle ortadan kaldırılmıştır. Ve bu durum, askeri olduğu kadar siyasal bir sonuçtur aynı zamanda.
Şam’a düzenlenen saldırı bir askeri operasyon değil; bir bölgesel manifestodur. Artık Suriye’de İran, Rusya ve Türkiye gibi geleneksel egemen güçlerin belirleyici olduğu dönem sona ermektedir. İsrail, bu güçlere karşı kayıtsız kalmak yerine artık masaya oturmadan masa kuran bir aktöre dönüşmüştür. Bu yalnızca bir müdahale değil; çok açık bir “fiili egemenlik ilanıdır.”
Daha çarpıcısı ise şu: İsrail, Dürzîleri koruma gerekçesiyle bir saldırı düzenleyerek yalnızca bir etnik azınlığa destek vermedi; aynı zamanda “sivil koruma” nosyonunu kendi güvenlik doktrininin bir aracı haline getirdi. Bu, Batı’nın yıllardır “insani müdahale” adıyla yürüttüğü savaşların bölgesel bir versiyonudur. Artık İsrail, yalnızca sınırlarını değil, komşu ülkelerin iç dokusunu da güvenlik paradigmasıyla yeniden dizayn etmektedir.
Bu müdahale, Kürtler açısından da dikkatle okunması gereken bir gelişmedir. Zira Kürt hareketi, özellikle Suriye sahasında – Rojava deneyimiyle – sadece bir direniş gücü değil, aynı zamanda siyasal-toplumsal inşa kabiliyeti olan bir özne haline gelmiştir. Türkiye’nin uzun süredir Suriye rejimiyle ve ona bağlı paramiliter unsurlarla kurduğu örtülü iş birliği, Kürt otonomisine dönük kuşatma stratejisinin temel ayağını oluşturmaktadır. Bu kuşatma girişimlerine karşı sahada ciddi bir direnç üretilebilmiş olsa da, uluslararası sistem bu tehditleri doğrudan Kürtlerin güvenliği lehine bir müdahale gerekçesine dönüştürmemiştir. Dürzîlere yönelen saldırı karşısında İsrail’in sergilediği ani ve sert refleks, bu yönüyle çarpıcıdır: Aynı refleksin, Kürt halkı hedef alındığında neden devreye girmediği sorusu bugün bir gerçekliğe, yarın ise stratejik bir sorumluluğa dönüşecektir.
İsrail’in Suriye’nin güneyinde Dürzî sivillere yönelik saldırıları gerekçe göstererek düzenlediği hava harekâtı, bölgedeki güç dengelerini yeniden gündeme taşırken, Rojava’nın bu gelişmeler karşısındaki pozisyonu dikkatle değerlendirilmelidir. Rojava, mevcut çatışma hattının doğrudan parçası olmamakla birlikte, Suriye’nin bütünündeki jeopolitik kırılmaların kendisine dolaylı etkiler üretebileceğinin farkındadır. İsrail’in müdahalesi, sahadaki güçlerin meşruiyetini fiilen tartışmalı hale getirirken, Rojava’nın uzun süredir sürdürdüğü statükodan bağımsız ve temkinli denge siyaseti, bu tür dış müdahaleler karşısında daha nötr ve ihtiyatlı bir pozisyon alınmasına neden olmaktadır.
Rojava yönetimi, Suriye içindeki karmaşık dengeler karşısında uzun süredir temkinli ve özerk bir pozisyon benimsemektedir. Rejim güçleriyle çatışmaya girmekten kaçınmakta, aynı şekilde dış devletlerin — özellikle İsrail gibi bölge dışı aktörlerin — askeri müdahalelerini doğrudan taraf olarak değerlendirmemektedir. Bu tür müdahaleler, Rojava açısından ne desteklenmesi gereken fırsatlar ne de acil bir tehdit olarak görülür; daha çok, bölgedeki istikrarsızlığı artıran ve orta vadede dengeyi değiştirme potansiyeli taşıyan gelişmeler olarak izlenir. Bu nedenle Rojava, İsrail’in son saldırılarını doğrudan kendisini ilgilendiren bir cepheleşme başlığına dönüştürmeden, bölgesel hareket alanını korumaya ve olası etkileri soğukkanlı biçimde değerlendirmeye odaklanmaktadır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki bugün artık Ortadoğu’da “devlet” dediğimiz yapılar yalnızca harita üzerinde vardır. Suriye bu çöküşün sembolüdür. Egemenliği olmayan başkentler, meşruiyeti kalmamış rejimler, halkı olmayan yönetimler bu coğrafyada artık kural değil istisna değildir. Bu ortamda yalnızca güç sahipleri konuşur; yalnızca silahı olan değil, o silahı ne zaman ve kime karşı kullanacağına dair politik akla sahip olan kazançlı çıkar.
İsrail, işte tam da bu boşlukta egemenliğin yeni tanımını yaptı: Harita tanımam, rejim tanımam, diploması beklemem. Dürzîler bahanedir, esas olan Suriye’nin yeni denklemine İsrail mührünün vurulmasıdır. Hep beraber göreceğiz ki bu mühür yalnızca bugünü değil, yarını da çok derin bir şekilde etkileyecektir.
Sezin Semra SARAL




