Demokrasi, özgürlük ve eşitlik… Siyasetin en temel kavramları, bugün yalnızca akademik tartışmalarda değil, gündelik yaşamda da giderek daha fazla sorgulanıyor. Dünyanın birçok yerinde seçim sandığı hâlâ meşruiyetin en önemli kaynağı olsa da, iktidarın sınırları ile halkın iradesi arasındaki denge ciddi bir krizden geçiyor. Türkiye, bu krizin somutlaştığı ülkelerden yalnızca biri. Ama tabloya küresel ölçekte baktığımızda, farklı coğrafyalarda benzer eğilimler görmek mümkün: popülizmin yükselişi, otoriter liderliklerin güçlenmesi ve demokrasinin temel değerlerinin aşınması.
Türkiye’de Demokrasi ve İktidar İkilemi!
Türkiye siyaseti son yirmi yıldır yoğun bir kutuplaşma ile şekilleniyor. Demokrasi, yalnızca seçimlerden ibaret görülmeye başlandı. Oysa siyaset biliminin klasik tanımı, demokrasinin yalnızca “sandık” değil; hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, ifade özgürlüğü ve eşit yurttaşlık ilkelerine dayandığını hatırlatıyor.
Bugün Türkiye’de muhalefet ve iktidar arasındaki mücadele, aslında bu kavramların nasıl yorumlandığına dair bir çatışma. Bir yanda “milli irade”yi temsil ettiğini iddia eden, halkın doğrudan desteğine dayanan güçlü liderlik modeli; diğer yanda kurumsal demokrasiyi, denge ve denetim mekanizmalarını savunan bir yaklaşım var.
Özgürlük meselesi de siyasetin merkezinde. Basın üzerindeki baskılar, sosyal medyada artan sansür ve yargının bağımsızlığına dair tartışmalar, demokratik değerlerin yalnızca anayasal metinlerde değil, günlük pratiklerde de sınandığını gösteriyor.
Dünya Siyasetinde Demokrasi Krizi!
Türkiye’nin yaşadığı bu gerilim, aslında küresel bir trendin parçası. Dünyanın farklı bölgelerinde popülist liderler, halkın öfkesini ve belirsizliklerini kullanarak iktidarlarını pekiştiriyor.
ABD’de Donald Trump sonrası tartışmalar, “demokrasinin kalbi” sayılan bir ülkede bile sistemin kırılganlığını açığa çıkardı.
Avrupa’da aşırı sağın yükselişi, göçmen karşıtlığı üzerinden oy devşiren siyasetçilerin etkisini artırdı.
Orta Doğu’da ise otoriterleşme hâlâ baskın eğilim. Arap Baharı umutları kısa sürede yerini yeni diktatörlüklere bıraktı.
Küresel ölçekte, iktidarın sınırlarını belirleyen anayasal ve kurumsal dengeler zayıflıyor. Siyaset, giderek daha fazla lider merkezli bir yapıya dönüşüyor.
Demokrasi, Özgürlük ve Eşitlik Arasındaki Gerilim!
Siyasetin teorik düzlemde en çok tartışılan başlığı, bu üç kavramın birbiriyle olan ilişkisi. Demokrasi, çoğunluğun iradesini ifade etse de, çoğunluğun gücü bazen özgürlükleri kısıtlayabiliyor. Özgürlükler güvence altına alınmadığında, demokrasi yalnızca “çoğunluğun diktası”na dönüşüyor.
Eşitlik ise bir başka temel mesele. Gelir dağılımındaki uçurum, kadınların ve azınlıkların siyasetteki temsiliyet sorunları, demokratik toplumların hâlâ çözemediği büyük yaralar. Türkiye’de kadınların parlamentodaki oranı hâlâ yüzde 20’nin altında. Dünyada da tablo farklı değil. Siyasal eşitlik, yalnızca oy kullanma hakkıyla sınırlı kalıyor.
İktidar ise tüm bu kavramların kesiştiği noktada duruyor. İktidarın meşruiyeti, halkın rızasına dayanmak zorunda. Ancak aynı zamanda, özgürlükleri ve eşitliği garanti altına alan mekanizmalarla sınırlandırılması gerekiyor. Bu sınırlar aşındığında, demokrasi yalnızca bir isimden ibaret hale geliyor.
Sonuç
Türkiye’de ve dünyada yaşanan siyasal gelişmeler, demokrasinin hâlâ tamamlanmamış bir proje olduğunu hatırlatıyor. Özgürlük, eşitlik ve iktidar arasındaki hassas denge, sürekli yeniden inşa edilmek zorunda.
Türkiye örneğinde bu dengeyi yeniden kurmak, yalnızca siyasetçilerin değil, toplumun tüm kesimlerinin sorumluluğu. Küresel ölçekte ise yeni bir demokrasi tahayyülüne ihtiyaç var: çoğunluğun gücünü özgürlükle, eşitlik arayışını adaletle dengeleyen bir model.
Bugün gelinen noktada asıl soru şu: Demokrasiyi yalnızca bir seçim aracı olarak mı göreceğiz, yoksa onu özgürlük ve eşitlik mücadelesinin canlı bir zemini olarak mı koruyacağız?
Sezin Semra SARAL



