Cumhuriyet tarihinin ilk büyük kopuşlarından biri olan Şêx Seîd isyanı, yalnızca bir ayaklanmanın bastırılışı değil; Kürt toplumsallığının siyasal, kültürel ve tarihsel olarak topyekûn bir dışlanma sürecine maruz bırakılışının miladıydı. Bugün, bu infazın yüzüncü yılında Türkiye toplumunun bir kesiminde gözlemlenen kolektif sevinç hali—lokum/baklava dağıtanlar, temsili idam sehpası kuranlar, dans edenler ve sosyal medya üzerinden “ihanetin sonu” naraları atanlar—yalnızca siyasal bir cehaletin tezahürü değil; aynı zamanda çok daha derin bir ahlaki yoksunluğun, tarihsel şuur kaybının ve empatiden mahrum bir toplumsal çürümenin dışavurumudur. Bu coşku hali, sadece bir Kürt liderin darağacına gönderilişini alkışlamakla kalmaz; aynı zamanda bir halkın kolektif hafızasına, tarihsel yasına ve siyasal varoluşuna yönelik bilinçli bir yok saymanın, sistematik bir inkâr siyasetinin de sürdürücüsüdür.
Avrupa’nın son yüzyıllık belleğiyle kıyaslandığında, Türkiye’nin bu tablo karşısındaki tutumu, bir inkâr toplumunun utançla değil, suçla özdeşleşen bir tür zafer psikozu içerisinde olduğunu gösteriyor. Bugün Almanya’da bir devlet yetkilisinin Auschwitz’e dair herhangi bir hafifletici ifade kullanması kamuoyunun sert tepkisiyle karşılanır; çünkü bu toplumsal mutabakat, suçun failine değil, kurbanına yönelmiş bir vicdan inşasını esas alır. Aynı şekilde İspanya, Franco rejiminin karanlık yıllarını bir ulusal onur değil, anayasal bir travma olarak anmaktadır. Fransız ve İngiliz kamuoylarında ise sömürgecilik, övünçle değil, yüz kızartıcı bir geçmiş olarak kodlanmıştır. Bu toplumlar, geçmişin kirini temize çekmek yerine onunla yüzleşmeyi tercih etmiş; kamusal belleği şiddetle değil, utançla kurmuşlardır.
Oysa Türkiye’de Şêx Seîd’in idamı bir tür kurucu ruhun yeniden sahneye konuluşu gibi işlev görüyor. Bu idam yalnızca bir “isyanın bastırılışı” değil, Kürt halkının siyasal öznesinin tasfiyesi, yani bir halkın tarih sahnesinden düşürülmek istenişinin sembolüdür. İdamın yüzüncü yılı vesilesiyle ortaya çıkan grotesk sevinç hali, yalnızca bir kesimin “devlete sadakat” ifadesi değil; aynı zamanda hâkim Türk ulus anlatısının, Kürt varlığını hâlâ bir iç düşman kategorisinde konumlandırdığını açık biçimde ortaya koymaktadır.
Tarih, sadece galiplerin yazdığı bir anlatı değil, aynı zamanda kurbanların sessiz çığlıklarının da yankılandığı bir hafıza coğrafyasıdır. Bir halkın yasını bayrama çevirmek, o halkın acısına yabancılaşmakla kalmaz; aynı zamanda ortak bir toplumsal gelecek kurma iradesini de yok eder. Çünkü yas tutulmayan her ölüm, toplumsal hafızada bir öfke tortusu olarak kalır. Bu bağlamda Türk milliyetçiliğinin Şêx Seîd’e dair sergilediği bu sevinçli hatırlama pratiği, yüzleşilmemiş geçmişin sadece inkârla değil, iftiharla yeniden üretildiği tehlikeli bir bellek rejiminin sürdüğünü göstermektedir.
Bu türden zafer kutlamaları, geçmişle yüzleşmekten kaçınan bir toplumun, şiddeti ulusal bir kimlik malzemesi olarak yeniden ürettiğinin göstergesidir. Halbuki tarihsel travmalarla sağlıklı bir ilişki kurmak, onları yok saymakla değil, tanımakla mümkündür. Hitler dönemini hatırlamak Almanya için nasıl bir ulusal onur meselesi değilse; Şêx Seîd’in idamını hatırlamak da Türk toplumu için bir övünç değil, bir utanç konusu olmalıdır. Ama bu, ancak kurbanın kimliğini tanımakla, onun yasına eşlik etmekle ve geçmişin failiyle değil, mağduru ile özdeşleşmekle mümkündür.
Türkiye’nin hâlâ “isyancı” ya da “mürteci” olarak kodladığı Şêx Seîd medelesi, sadece bir şahsiyet değil, Kürtlerin tarihsel varoluşuna yönelmiş bir inkâr siyasetiyle yüzleşmenin zorunlu simgesidir. İdamın yüzüncü yılında yapılan bu “kutlamalar”, geçmişi yeniden üretirken, bugünün toplumsal barışını daha da imkânsız hale getiriyor. Çünkü bir toplum, kendi içindeki trajedilere ağlamadığı sürece, hiçbir ortak gelecek tahayyül edemez. Ve ağlamayan bir toplum, eninde sonunda kendi vicdanını yitirmiş demektir.
Bir halkın idam sehpasına duyduğu hayranlık, onun siyasal geleceğini kuracak ahlaki zemini ortadan kaldırır. Türk toplumu bugün, geçmişin kurbanlarını aşağılayarak değil; onların acısına ortak olarak kendini iyileştirebilir. Aksi takdirde yüz yıl önce kurulan darağacı, bugün hâlâ düşüncenin, hakikatin ve toplumsal barışın boynuna geçirilmiş bir ilmik olarak orada durmaya devam edecektir.
Sezin Semra SARAL




