Hani şu, “İngiltere, Almanya, Fransa, İngiltere ve şahsım zirve yaptık” diyen Şahsımistan emiri…
Hani 26 Şubat 1954 tarihinde doğmuş, 1950 yılında iktidarı Demokrat Partiye devreden CHP döneminde 80 kişilik sınıflarda okuyan, babası Haliç’in iki yakası arasında Fener–Hasköy sahilleri arasında dört kişilik sandalıyla yolcu taşıyan ve oğlunun ifadesine göre kıyı kaptanı olan Ahmet Erdoğan’ın oğlu…
Hani “Benim yalan söylemekten nefret ettiğimi herkes bilir” diyen asrın lideri…
Aklına estikçe, Erken Cumhuriyet döneminde çoğu kendisi henüz doğmamışken kurulmuş olan tesisleri de sayarak, “Bizden önce var mıydı, biz yaptık” der ya…
Yalnız bu kadar da değil! İşte kendi niteliğini ele veren bazı sözleri:
-
“Yahu, senin bu memlekette dikili bir ağacın mı var?”
-
“Bu cibilliyetsiz partinin bu ülkeye hiçbir katkısı olmamıştır!”
-
“CHP iktidarında şu ülkede bir taş üstüne taş kondu mu?”
-
“Hiçbir eserleri, emekleri yoktur bu ülkede!”
Peki, AKP’nin patronu bunları söylerken acaba evrenin uzak bir köşesinde mi yaşıyordu da, kendi atadığı bakanın ağzından çıkan sözleri duyamadı mı?
Belki de daha mantıklı açıklama şu olabilir:
Tek diplomasını, 5 Ekim 1973 tarihinde Kur’an ve Arapça sınavlarını ancak “kurul” yardımıyla geçerek alabildiği İmam Hatip Okulu’nda, Türkiye Cumhuriyeti tarihi hakkında yeterince bilgi sahibi olamaması…
O günlerin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın açıklamalarını kim unutabilir?
“Babalar gibi satarız! Kâr edeni de, zarar edeni de satacağız. Ne banka bırakacağız ne fabrika, ne işletme, ne liman… Hepsini satacağız. Kime satılırsa satılsın, sana ne?”
Sümerbank tarihten silindi, şeker fabrikaları elden gitti, Tekel “babalar gibi” satıldı.
Unakıtan, 2005 başlarında Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn’a gönderdiği gizli mektupta şöyle diyordu:
“2005 Haziranı’ndan 2009 Haziranı’na kadar 21 Kamu İktisadi Kuruluşu daha satılacak ve bu durumda 9.381 kişi işten çıkarılacak. Böylece 2003’ten sonra işten çıkarılanların sayısı 29 bine ulaşacak.”
Peki, kimdi bu Unakıtan adlı şahıs?
Gazeteci-yazar Ergun Poyraz, Diplomasız adlı kitabında şöyle tanımlar:
“Yıllarca maliye bakanlığı yapan Kemal Unakıtan’ın, dolandırıcılık, nitelikli dolandırıcılık, zimmet, naylon fatura, hayali ihracat, vergi ve gümrük kaçakçılığı, emniyeti suiistimal, resmi mercilere yalan bilgi vermek, bankalar kanununa muhalefet gibi pek çok suçtan hakkında dosyalar vardı…”
Aynı dönem, sahte diplomalıların devlette cirit attığı dönemdi…
Hatırlayalım, dini ve ırkı bizden farklı bir “melez”, hayalini şöyle açıklamıştı:
“Demokrasi, tramvaya benzer. Gittiği yere kadar gider, sonra kendi yoluna devam edersin.”
İktidara gelir gelmez, merhum Bülent Ecevit’in hamlesiyle çıkarılmış, ülkenin soygun alanına dönüşmesini engelleyen “Nereden Buldun Yasası” iptal edildi.
Ülke, bir diktatoryal düzenin pratik uygulamalarına sahne olmaya başladı.
“Bütün servetim bu yüzük, eğer zengin olursam yolsuzluk yapmışımdır” diyerek halkı kandıranların, sonrasında ayakkabı kutularından çıkan dövizleri, villaları, lüks yaşamları hafızalardan silindi mi sanıyorsunuz?
Bugün milyonlarca yoksul, açlık sınırının altında yaşarken, iktidar sahiplerinin “mütevazı” servetleri, “kutulara sığmayan” paraları ortada duruyor…
Naçizane inancıma göre, insan adlı varlık ikiye ayrılır:
Birincisi; insani değerlerden kopmadan yaşayan, kimi zaman affedilebilir kusurları olan insanlar…
İkincisi ise; “akıl”, “ahlak”, “bilgi”, “vicdan”, “merhamet”, “sevgi”, “saygı” nedir bilmeyen, insan görünümündeki yaratıklar.
Ve işte bugün, ülkemiz çeyrek asırdır, adına “Adalet ve Kalkınma Partisi” denilen bir çöküşün göbeğinde…
-
Adalet mi? Masum insanların da bulunduğu, “yap, yetmez” anlayışıyla doldurulan hapishaneler…
-
Kalkınma mı? 2002’den bugüne, 85 milyonu aşan nüfusun yüzde 68’inin yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşadığı bir Türkiye…
Ne partisi!
Soygun çetesi bu…
Cumhuriyet tarihimizde iki “dâhi” çıktı:
Birincisi; 1983 yılında doğan kızından 1980 yılında mektup alan, 1983’te kurulan üniversiteden 1981’de mezun olan, 1915’te Sarıkamış’ta şehit düşüp 1935’te Mutlu soyadını kullanmaya başlayan dedesi olan “olağanüstü” bir dâhi…
Ve öteki dâhi…
Tarih boyunca insanlığın hafızasından silinmeyecek, insanüstü bir mucize yaratan Mustafa Kemal Atatürk!
O mucizenin adı:
Akıl, mantık, bilim, ahlak, onur, sevgi, vatan aşkı, şefkat, insan sevgisi…
Ve bu bütünün adı: ATATÜRKÇÜLÜK.
Batılıların yüzlerce yılda gerçekleştirebildiği Rönesans ve Reform devrimlerini, o, 15 yıldan kısa sürede hayata geçirdi.
Yabancıların gözünden Atatürk:
-
“Atatürk’ün reformları ve sözleri göklerde bayrak gibi dalgalanıyor. Bu bayrak dünyaya barışı getirecektir. Bizler, bu büyük insanın düşüncelerini bile takip edebilecek güçte değiliz.”
— Prof. Herbert Melzig -
“O’nu sizler layıkıyla takdir edemezsiniz. Büyüklüğünü gereği kadar ölçemezsiniz. O, yüce bir dağa benzer. Eteğinde yaşayanlar bu yüceliği fark edemezler. Dağın azametini kavrayabilmek için O’na uzaklardan bakmak gerekir.”
— Claude Farrère -
“O bizimdir. Büyük değerler, ait oldukları toplumun değil, tüm dünyanın malıdır. Aynı şekilde Atatürk de bir dünya değeridir. Bunun için Türkiye’nin O’nu tekeline almasına izin veremeyiz.”
— Prof. Ali Mazrui
Düşünün…
Osmanlı İmparatorluğu, hainlerin de katkısıyla neredeyse yok olma noktasına gelmişken, Mustafa Kemal adlı bir güneş doğdu.
Yorgun, yoksul, bezgin Anadolu insanını yıldırıma, ateşe dönüştürdü.
Saldırganları denize dökerek, bütün dünyayı şaşkınlığa ve hayranlığa boğdu.
1923–1938 arasında, her türlü yoksunluğa rağmen, kamu kurumları sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda yeniden yapılandırıldı.
Özellikle, Atatürk’ün vizyonuyla Sümerbank öncülüğünde kurulan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Cumhuriyet’in modernleşme projesinin simgesiydi.
Bir fabrika düşünün ki; üretim merkezi, okul, kültür kompleksi, Ar-Ge merkezi, sanat evi, spor kulübü, sinema salonu, hastane, lojman, kreş, tiyatro ve konser sahnesi…
Hepsi bir arada.
Ve bugün, o eserlerin büyük kısmı yok edildi ya da yağmalandı.
Atatürk, “Sosyal Fabrikalar Projesi” ile Edirne’den Kars’a kadar tüm ülkeyi kalkındırmayı hedefliyordu.
26 Mayıs 1935’te ABD’li gazeteci Gladys Baker ile yaptığı mülakatta, devrimleri anlatırken şöyle demişti:
“15 yıla daha ihtiyacım var…”
Eğer Tanrı o ömrü verseydi, Türkiye’nin dört bir yanı sosyal fabrikalarla donatılmış olurdu.



