Değerli dostlarım, çoktandır bu sayfada yazamadım. Sizlere en içten sağlık, huzur, mutluluk ve başarı dileklerimi sunarken; yine sizlere ulaşabilme özlemimi bir “çeşitleme” sunarak hafifletmek istedim.
Hayallerde bile kolay kolay akla gelemeyecek bir kişilik yapısını siz yine de gelin, muhayyilenizde canlandırmaya çalışın. “Benim yalan söylemekten nefret ettiğimi herkes bilir” diyen, ama yıllardır “yalancılık ajandası” yazılsa ciltler dolduracak belgelerin kaynağı olan bir insan figürü düşünün…
Böyle bir insanın temel kişilik özellikleri ne olabilir? Öncelikle zekâ ve ahlak sorunları elbette… Ahlak sorunu görmezden gelinemez. Akıl denilince, o da farklı bir şey değil… Bir yalancılık ustası, cahilleri sömürmek için “Allah hata yapar, o yapmaz”; “Tanrı hata yapar, bizim partimiz hata yapmaz” diyen hempalarının da desteğiyle, güya Tanrı’ya saygılı budalaları kandırmak için aklını kullanır.
Atatürk, “Cehalet, yenilmesi gereken en büyük düşmandır” diyerek; “Biz cahil dediğimiz zaman mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz, ilim ve hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi; hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek âlimler çıkabilir” diye devam eder.
Eşsiz önderimiz Atatürk’ün kastettiği cahiller, işte böylesi yalanlarla yaşayanlardır. Ayrıca her cahil yalanlarla kandırılamaz elbette. Kendi cehaletini aşmak için mücadele eden bir kişi, yalanlara karşı sorgulayıcı olur. Ki bu da zaten eğitim alanında ezberci eğitimin yerini sorgulayıcı, araştırıcı Sokratik eğitim aldığında ortadan kalkar.
Her cahilin yalanlarla kandırılabilir diye bir kural da yoktur. Sorun ne o zaman? İşin en acı yanı da işte bu… Çözümü zor, ruhsal bir sorun: zekâ özürlülüğü… Ruhsal patoloji…
Sözgelişi “Bizden önce İzmir’de havalimanı mı vardı?” sorusuna, önemli bir basın mensubunun “Yoktu, geçerken paraşütle atlıyorduk” şeklindeki ironik cevabını bile algılayamayıp yalanların peşinden gitmek, zekâ özürlülüğünden başka nedir ki?
Bu konuyu burada kapatıp, hoşgörünüze sığınarak sizlerle paylaşmak istediğim başka bir konuya geçmek istiyorum: 1789 Temmuzunda -yani şu an itibariyle 236 yıl önce- yine bugünlere rastlayan bir dönemde gerçekleşip insanlık tarihinin en önemli olaylarından biri olan Fransız Devrimi’ne…
14 Temmuz 1789’da, 4 Ekim günü Parislilerin Bastille Hapishanesi’ne saldırılarıyla başlayıp, 4 Ekim 1958 tarihli Anayasaya dayanarak kurulan Beşinci Cumhuriyet’e kadar yaşanan süreci kronolojik olarak incelediğimizde; ulusumuzun, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminden bugünlere kadar Fransız devrimine benzer sahneler yaşadığı görülebilir.
Önce kuşbakışı bir bakışla Fransız İhtilali -ya da devrimi diyelim- neden ve nasıl başladı, onu anımsayalım:
Tarih: 14 Temmuz 1789. Günlerden Salı… Haftalardır, aylardır, belki de yıllardır öfke içinde yaşayan bir kısım Paris halkı; hapishaneden silah almak ve içerideki insanları dışarı çıkartmak için bir baskın düzenleyip hapishane-kale olan Bastille’e saldırdılar.
Gardiyanlar ve baskın yapanlar arasında şiddetli bir çatışma çıktı ve iki tarafta da kayıplar yaşandı. Baskını düzenleyenler kaleyi aşarak mahkûmları çıkardılar ve Bastille’in kontrolünü ele geçirdiler.
Halkın öfkesinin nedeni; yüksek vergiler, artan fiyatlar ve işsizlik gibi ekonomik sorunların yanı sıra, insan özgürlüklerinin kısıtlanmasıydı. Ektiği ürününden beklediği verimi alamayan köylüler açlık sorunları ile baş başa kalınca çözüm olarak kentlere göç etmişlerse de, kentlerin artan nüfusu nedeniyle iş ve aş olanakları daralmıştı.
Baskın sonrası 7.000 kadın, ekmek isteyerek Fransa’nın en ihtişamlı devrini, ölçüsüz harcamalarla devletin iflasını simgeleyen ve “Ekmek bulamazlarsa pasta yesinler” diyen kraliçe Marie Antoinette’in yaşadığı Versailles Sarayı’na yürüdüler.
20.000 kişilik bir milis birliği saraya ulaştı ve kral ailesini Tuileries Sarayı’na getirdi. Genel ayaklanmanın ardından toplanan kurucu meclis, 26 Ağustos 1789’da İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ni yayımladı. Krallık lağvedildi, 21 Eylül 1792’de cumhuriyet ilan edildi.
Jakoben ihtilalci diktatörlük dönemi olan 1793-1794 yılları arasında 18.000 ila 40.000 kişi giyotinle idam edildi. Zamanla cumhuriyet yönetimi ulusal barışı sağladı ve dış tehditleri etkisiz hâle getirdi. 21 Ocak 1793’te kral XVI. Louis, 16 Ekim 1793’te ise kraliçe Marie Antoinette vatan hainliği suçundan idam edildiler.
1848 Devrimi sonucu İkinci Cumhuriyet ilan edildi ve ilerleyen süreçte her biri farklı özellik taşıyan dört cumhuriyet daha kuruldu. Bugünkü Fransız siyasi sistemi, 4 Ekim 1958 tarihli Anayasa’ya dayanır ve rejim “Beşinci Cumhuriyet” olarak nitelendirilir.
Aynı yıl, Fransa’da toplumsal olaylar ve Cezayir Bağımsızlık Savaşı nedeniyle iç savaş tehlikesi baş gösterdi. Bu tehditlerin önlenmesi için General Charles de Gaulle’ün göreve çağrılması istendi. Politikacılar, kurumlar ve toplumsal örgütler bu konuda birleşti ve bu dönem “Beşinci Cumhuriyet” olarak tarihe geçti.
İşte bu süreç boyunca Fransız Devrimi düşünüldüğünde, insanlık tarihini kökten etkileyen olaylar yaşanmıştır. Devrim yapılırken köprülerin altından çok sular aktı. İhtilali bir halk hareketinden çok “salt bir ilerleme” olarak anlayan üst kesim temsilcileri iki kanada bölünmüştü: Jakobenler (radikal ilerlemeci) ve Jirondenler…
Bütün bunlar devrimle ilgili küçük detaylar… Daha fazlasını yazmak ne sayfalara yeter, ne de ben tarihçi olmadığım için haddimi aşamam. Ancak Fransız Devrimi’nin fikir yapısının mimarı olan Aydınlanma felsefesinin ölümsüz isimlerini anmak isterim:
Aydınlanma düşünürleri, siyasal rejimin mutlakiyetçi eğilimlerini ve köhnemiş gelenekleri yıkma mücadelesi vererek özgürlüğün tüm alanlarda var olması gerektiğini savunmaktaydılar.
Descartes, Fransız Devrimi’nden önce aklın ve eleştirel zihniyetin üstünlüğünü vurgulamıştı. Montesquieu, yasama erkinin halkı temsil eden vekillerle kullanılmasını ve güçler ayrılığı ilkesini savunuyordu. Voltaire, kralın filozoflardan kurulu danışmanlarla çalışarak toplumu aydınlatması gerektiğini belirtmişti. John Locke, İngiliz modeliyle parlamenter sistemin inşasını önerirken; Rousseau, insanların doğuştan eşit olduğunu, toplum iradesinin siyasal rejime egemen olması gerektiğini savunuyordu. Diderot ise yasa önünde eşitlik, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi çağdaşlaşma ilkelerini dile getiriyordu.
Değerli dostlarım, şimdi yine bu paralelde bir başka konuya geçmek istiyorum:
İnsanlık tarihinde en etkili iki devrim hangileridir?
Verilecek yanıt şüphesiz biri “Fransız Devrimi”, diğeri ise sürekli ilerlemeyi hedefleyen eşsiz önderimiz Atatürk’ün gerçekleştirdiği “Türk Devrimi”dir.
Fransız Devrimi, dünyaya yön veren bilge adamların kümülatif bilgi ve fikir desteklerini alarak; Türk Devrimi ise “insanüstü insan” olan eşsiz önderimizin yüksek dehasıyla gerçekleşmiştir.
Fransız Devrimi 1789’da başlamış, ancak demokratik yönetim 69 yılda dört kez baştan kurulmak zorunda kalmıştır. Bunun en önemli sebebi, devrimin kapitalist sistemin kurallarıyla şekillenmiş olmasıdır. Devrimler, zamanla değişen sosyoekonomik ve kültürel koşulların baskısıyla kendi dogmalarına takılır, etkisini yitirir.
Peki, neden Türk Devrimi daha önemli?
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk’e bir gün Kemalizm’in doktrini ne olacak diye sorduğunda, aldığı yanıt şuydu:
“Dogma istemem; takılıp kalırız, ilerleyemeyiz.”
İşte bu yüzden…
Türkiye Cumhuriyeti devleti, kurulduğu 1923’ten itibaren saray yanlılarının, dincilerin, iç ve dış düşmanların saldırılarına maruz kalmış; fakat Atatürk’ün dehası ve koyduğu sağlam ilkeler sayesinde bu süreçler fazla olumsuz etkilenmeden atlatılmıştır.
Çağdaşlaşma hamleleri ve Kemalizm’in araçlarıyla dünyayı hayran bırakan bir ekonomik mucize yaratılmış, ezilen uluslara da kurtuluş yolları gösterilmiştir. Bütün bu mucizevi olaylar, 29 Ekim 1923’te başlayıp, 10 Kasım 1938 günü saat 09.05’te noktalanmıştır.
Falih Rıfkı Atay’ın şu sözü bu yüzden anlamlıdır:
“En mesut Türkler, Atatürk ölmeden ölen Türklerdir.”
Böylesi kısa bir zaman periyodunu acaba kaç ulus, kaç ülke yaşamıştır?
İşte bu yüzden Kemalizm; Cumhuriyetçilik, Ulusalcılık, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve Devrimcilik ilkeleriyle insan doğasına en uygun düşünce sistemidir.
Belki bazıları bunu ütopya olarak görebilir. Saygı duyarım.
Ancak ben, insanlığın evrim halkalarında ilerledikçe, bütün dünyanın Atatürk’ün eşsizliğini anlayacağına ve “Vakti saati geldiğinde bütün insanlığın Kemalist olacağına” yürekten inanıyorum.




