Getting your Trinity Audio player ready... |
Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist sistemin çözülmesi ve kapitalizmin 70 yıl kadar sonra dünya üzerinde büyük ölçüde tek başına kalması dünyayı hareketlendirdi. 1990’lar ve 2000’ler bir yandan kapitalist entelijansiyanın “zaferi” teorileştirme çabalarına bir yandan uzun bir süredir devam eden Marksist-Leninist hattın zayıflatılması çabalarının yoğunlaşmasına sahne oldu.
Soldan ortaya atılan fikirlerin içerisinde ne yeni ne de özgün bir şey olduğunu söylemek mümkün değildi. Bir yandan özellikle Karl Marx ve Friedrich Engels’in ölümünün ardından 20. yüzyılın başında ileri sürülen fikirler ile diğer yandan Avrupa’da “Soğuk Savaş” döneminde gizli servislerin de desteğiyle Sovyetler Birliği’ne karşı solun devrimci özünü yok etmiş olan fikirler harmanlanıp, yeniden düzenlenip, makyajlanıp yastık altından çıkartılmaktaydı.
Bu fikirlerden biri günümüzün Marx ve Engels’i gibi pazarlanmak istenen Michael Hardt ve Antonio Negri ortaklığının ikinci kitabı İmparatorluk oldu.
Tarihsel bağlamdan kopuş
Hardt ve Negri’nin emperyalizmin yerine önerdiği imparatorluğu tartışmaya girmeden önce tarihsel bağlamın gözetilmediği tüm teorik tezlerin sadece görünüşte doğru olabileceklerini ifade etmek gerekiyor. Marx’ın ünlü sözüyle: Görünen, gerçek olsaydı bilime gerek kalmazdı.
Sovyetler Birliği’nin büyüyen Nazizm tehdidine karşı öncelikle sosyalist anayurdu korumak için uluslararası komünist hareketin gündemine getirdiği “faşizme karşı birleşik cephe” tezinin bir Marksist-Leninist ilke gibi kabul edilmesinin sosyalist solun tüm dünyada sosyal demokrat düzen partileri ile mesafe tayin edememesine neden olduğunu 1945’ten bu yana tekrar ve tekrar görüyoruz.
Buna benzer şekilde 1990’ların başında “Soğuk Savaş” koşullarının getirdiği sosyalizme karşı kapitalist kampta ortaya çıkardığı “zorunlu işbirliği”nin mutlaklaştırılması ve tarihsel bağlamından kopartılmasının da emperyalizmin anlaşılmasında veya daha doğrusu anlaşılamamasında nasıl etkili olduğunu görüyoruz.
İmparatorluk: Görünen mi gerçek mi?
Michael Hardt ve Antonio Negri ortaklığının İmparatorluk fikrini bu bağlamda değerlendirdiğinizde tarihsel bağlamdan kopukluğu hemen görmek gerekir. 1990’ların “romatizmi” ile Yeni Dünya Düzeni’ne bir cevap vermenin heyecanıyla gözden kaçırılabilecek olsa da aradan geçen yirmi yılın ardından artık mızrağın çuvala sığdırılamayacağı bir hal önümüzdedir.
Frederic Jameson tarafından “yeni milenyumun ilk büyük teorik sentezi” ve Slavoj Zizek tarafından “yeniçağın komünist manifestosu” olarak tarif edilen İmparatorluk kitabının ana fikri artık sonu gelmiş olan emperyalizmin yerine “çağdaş küresel düzeni” tanımlamaktadır.
Hardt ve Negri’ye göre, sermayenin, piyasaların ve üretim ilişkilerinin küreselleşmesiyle yeni bir yönetim mantığı ve yapısı, kısacası yeni bir egemenlik biçimi ortaya çıkmıştır. İmparatorluk ise işte bu küresel ilişkileri düzenleyen ve yöneten egemen güçtür.
Hardt ve Negri İmparatorluk kavramını “küresel mübadeleyi düzenleyen” makine olarak tanımlarken bir yandan da ekonomik bir evre olan emperyalizmle karşılaştırarak emperyalizmin zıttı ve kapsanarak aşılması olarak sunuluyor.
Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist sistemin çözülmesinin ardından eski sosyalist ülkelerin dünya emperyalist sistemine entegre edilmesi sürecini esasında tek yanlı olarak işleyen bir süreci özüne aykırı olarak çok taraflıymış gibi mutlaklaştıran bir yaklaşımın kısa sürede yanlışlanması şaşırtıcı olmasa da bu çelişkili ve tutarsız tezlerin bu denli abartılabilmesinin şaşırtıcı olduğunu söylemek gerekir.
Burada esasında bilimsellikten uzaklaşmanın ve tarihsel bağlamı unutup görünüş ile yetinmenin sonuçlarını görmek gerekiyor. Dahası önce küreselleşme karşıtı, sonra alternatif küreselleşmeci ve nihayetinde bugün popülist sağa karşı küreselleşmeci hale gelen ana akım solun bu savrulmalarının da özünde bu tutarsızlıklar ve çelişkilerde yattığını söylemek mümkün.
Emperyalizm bitmemiş
Bu noktada Lenin’in emperyalizm tanımına geri dönmekte yarar vardır.
Lenin, emperyalizmin olanaklı en kısa tanımını “kapitalizmin tekelci aşamasıdır” olarak yapmıştı. Bununla birlikte, daha bütünlüklü bir tanım için emperyalizmin beş temel özelliğini sayıyordu.
Lenin kendi ifadeleriyle emperyalizmin bu beş temel özelliği şöyle açıklıyordu:
i) Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır
ii) Banka sermayesi sınai sermayeyle kaynaşmış ve bu “mali-sermaye” temel üzerinde bir mali-oligarşi yaratılmıştır
iii) Sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak özel bir önem kazanmıştır
iv) Dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur
v) En büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır.
Lenin bu beş temel özellik üzerinden emperyalizmi, “tekellerin ve mali-sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı, sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizm” şeklinde tanımlıyordu.
Kavramın adı ister imparatorluk ister başka bir şey olsun uluslararası sermaye düzenini emperyalizmin aşıldığı yeni bir evrede tarif etmek için öncelikle iktisadi olarak bu özellikleri içerip aşan yeni bir evreye, düzeye ulaşmış olduğunu tespit etmek gerekecektir. Bunun ötesinde söylenecek sözler ne kadar süslenirse süslensin eninde sonunda tarihin duvarına toslar.
Bu açıdan bakınca emperyalizmin aşılmak bir yana yetkinleştiği bir dönemde olduğumuzu görmek gerekir.
Emperyalizmin süperi mi ultrası mı?
Öte yandan, bu tanıma bakıp toplumsal devinimin durduğunu iddia etmenin mümkün olmadığını unutmamak gerekir. Dolayısıyla bu paylaşımın tamamlanmış olması bu paylaşımın tekrar tekrar yapılacağını yadsımaz. Esas olarak bu fikir zaten Lenin’in emperyalizm kuramında değil ona karşı çıkanların uydurmaya çalıştıkları alternatiflerde içkindir.
Hardt ve Negri gibi meseleyi imparatorlukların kolonicilik gibi doğrudan toprak temelli toplumsal evrelerden geçmiş olmasına rağmen tersinden tutarak sonuca ulaşmak isterseniz dönemin “sınırsız dünya” romantizmine kapılıp emperyalizmi de aslında imparatorlukların özelliği olan toprak egemenliğine indirgemeye çalışabilirsiniz.
Yine uzun “Soğuk Savaş” yıllarında ortak düşmana karşı geliştirilen “zorunlu işbirliği” modellerini mutlaklaştırıp kendi başlarına göründükleri halleriyle değerlendirirseniz emperyalist sistemdeki çelişkileri görmeniz için ancak bu çelişkilerin gözünüze sokulmasını beklersiniz.
1990’larda yaklaşık 25 milyon kilometrekarelik bir alanda yaşayan 450 milyon insanın dünya kapitalizmine bağlanması projesinin herkese yetebildiği bir dönemin sonuna gelinmesiyle günümüzde emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin ne kadar görünür hale geldiğini hep birlikte yaşıyoruz.
Hradt ve Negri’nin ABD üzerinden tanımlamaya çalıştıkları imparatorluğun Karl Kautsky’nin ultra emperyalizminden, Michael Hudson’ın süper emperyalizminden nasıl farklılaştığını açıklamak mümkün değildir. Ultra emperyalizm veya süper emperyalizm gibi emperyalist ülkelerin rekabetlerini alacakları bir karar ile işbirliğine çevirerek veya bir tanesinin daha egemen bir pozisyona geçerek ortadan kaldırabilecekleri düşüncesi ile imparatorluğun yeni bir yeni bir egemenlik biçimi olduğu iddiası arasında pek bir fark olmadığı görülmeli.
Kapitalizmin küreselleşme öyküsünün doğal sınırlarına geldiği bir dünyada emperyalizmin ve emperyalist sistemin çelişkileri daha çok öne çıkıyor. Lenin’in Kautsky için söylediği gibi “Kişi, öte yandan, kapitalizmin emperyalizmi takip edecek yeni bir aşamasının, ismen bir ultra-emperyalizm aşamasının, soyut olarak “tahayyül edilebilir” olduğunu inkar edebilir mi? Hayır. Soyut olarak kişi böyle bir aşamayı düşünebilir. Pratikte ise bugünün keskin görevlerini geleceğin kolay görevlerine ilişkin hülyalar adına yadsıyan bir kişi oportünist olur.”
Zafer Aksel Çekiç