Getting your Trinity Audio player ready... |
KHK’lı Akademisyen öğretim görevlisi Dr. Vahap Aktaş
Dünya tarihi, barış arayışının bir yandan umut, diğer yandan hayal kırıklığı dolu hikayeleriyle doludur. Çatışmalar, savaşlar ve toplumsal huzursuzluklar, insanlığın ortak bir hukuk anlayışına duyduğu ihtiyacı defalarca ortaya koymuştur.
Barış, yalnızca silahların sustuğu bir an değil, adaletin, eşitliğin ve insan haklarının kökleştiği bir zemindir. Bu zemin, evrensel hukuk ilkeleriyle inşa edilebilir. Peki, evrensel hukuk neden barışın temel taşıdır ve dünyadaki örnekler ile insan hakları modelleri bize bu konuda neler öğretir?
Evrensel hukuk, insan haklarının her yerde ve herkes için geçerli olduğu fikrine dayanır. 1948’de kabul edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, bu anlayışın en önemli belgelerinden biridir. Beyanname, bireylerin yaşam, özgürlük ve güvenlik haklarını garanti altına almayı amaçlar. Ancak, bu ilkeler sadece kağıt üzerinde kaldığında barış mümkün olmuyor. Uygulama, yani hukukun üstünlüğü, barışın sürdürülebilirliğini sağlar. Hukukun üstünlüğü, hiçbir birey ya da kurumun yasaların üzerinde olmadığını ve herkesin eşit muamele gördüğünü garanti eder. Bu, barışın yalnızca bir ateşkes değil, toplumsal uyum ve güven ortamı anlamına geldiği noktadır.
Dünya, evrensel hukukun barışı desteklediği örneklerle doludur. Güney Afrika’da apartheid rejiminin sona ermesi, bu konuda çarpıcı bir örnektir. Nelson Mandela liderliğindeki mücadele, yalnızca siyasi bir zafer değil, aynı zamanda hukukun üstünlüğüne dayalı bir toplumsal sözleşmenin zaferiydi. 1996 Güney Afrika Anayasası, eşitlik, özgürlük ve insan onurunu merkeze alarak, yıllarca süren ayrımcılığı sona erdirdi. Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, geçmişin yaralarını hukuki bir çerçevede ele alarak toplumsal barışın temelini attı. Bu model, cezalandırmadan çok uzlaşmayı ve adaleti önceliklendirdi.
Bir başka örnek, Avrupa Birliği’nin (AB) kuruluş sürecidir. II. Dünya Savaşı’nın yıkımı sonrası, Avrupa’da barış, ortak bir hukuk düzeniyle sağlandı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), bireylerin devletlere karşı haklarını arayabileceği bir mekanizma olarak, üye ülkeler arasında güven inşa etti. AİHM’nin kararları, devletlerin keyfi uygulamalarını sınırladı ve bireylerin haklarını korudu. Örneğin, 1978’de İrlanda’ya karşı açılan bir davada, işkence yasağına vurgu yapılarak insan hakları ihlallerine karşı net bir duruş sergilendi. Bu, hukukun barışı koruma gücünü gösterir.
İnsan hakları modelleri, evrensel hukukun barışa katkısını anlamak için güçlü bir çerçeve sunar. John Rawls’un “Adalet Teorisi”, toplumsal barışın ancak adil bir düzenle mümkün olduğunu savunur. Rawls’a göre, adalet, herkesin eşit özgürlüklere sahip olduğu ve eşitsizliklerin yalnızca dezavantajlı grupların lehine olduğu bir sistemle sağlanır. Bu teori, evrensel hukukun temel ilkesi olan eşitlik ilkesini destekler. Örneğin, İskandinav ülkelerindeki sosyal refah sistemleri, Rawls’un adalet anlayışını yansıtarak toplumsal barışı güçlendirir. Norveç ve Danimarka gibi ülkeler, gelir eşitsizliğini azaltan politikalar ve güçlü hukuk sistemleriyle barışçıl toplumlar yaratmıştır.
Bir diğer model, Amartya Sen’in “Kabiliyet Yaklaşımı”dır. Amartya, bireylerin özgürce potansiyellerini gerçekleştirebildiği bir toplumun barışçıl olacağını savunur. Bu yaklaşım, evrensel hukukun sadece cezalandırıcı değil, aynı zamanda bireyleri güçlendirici bir rol oynadığını gösterir. Örneğin, Bangladeş’teki mikrofinans projeleri, kadınların ekonomik özgürlüklerini artırarak toplumsal barışa katkıda bulunmuştur. Hukuki çerçeveler, bu tür projelerin sürdürülebilirliğini sağlayarak barışı desteklemiştir.
Evrensel hukukun barışa katkısı, edebiyat ve sanatta da yankı bulur. Victor Hugo Sefiller’de, hukukun adaletsiz uygulandığında toplumsal huzursuzluğu nasıl körüklediğini ifade eder.
Jean Valjean’ın hikayesi, cezalandırıcı bir hukuk sisteminin bireyi nasıl yok edebileceğini, ancak merhamet ve adaletin barışı yeniden inşa edebileceğini anlatır.
Benzer şekilde, Harper Lee’nin Bülbülü Öldürmek romanı, ırkçılığın gölgesinde hukukun adil uygulanmasının toplumsal barış için ne kadar kritik olduğunu gözler önüne serer.
Bu eserler, evrensel hukukun yalnızca bir kural dizisi değil, aynı zamanda ahlaki bir pusula olduğunu hatırlatır.
Türkiye’de barış arayışı, evrensel hukukun uygulanmasındaki eksikliklerle sık sık sekteye uğramıştır. Kutuplaşma, adalet sistemine duyulan güvenin azalması ve insan hakları ihlalleri, toplumsal barışın önündeki engellerdir.
İfade özgürlüğü davalarında AİHM’nin Türkiye aleyhine verdiği kararlar, evrensel hukuk ilkelerine uyumun barış için ne kadar kritik olduğunu gösteriyor. Türkiye, evrensel hukuku içselleştirerek, farklı kesimlerin haklarını koruyan bir sistem kurabilirse, toplumsal barış yolunda önemli bir adım atabilir.
Barış ne bir temenni ne de geçici bir suskunluktur; adaletle, eşitlikle ve insan onuruna saygıyla inşa edilen bir süreçtir. Güney Afrika’dan Avrupa’ya, Rawls’tan Amartya’ya, Sefiller’den Bülbülü Öldürmek’e kadar tüm örnekler, evrensel hukukun barışın temel taşı olduğunu gösteriyor.
Hukukun üstünlüğü, bireylerin ve toplumların güvenini kazanarak, farklılıkların bir arada yaşayabileceği bir zemin yaratır. Türkiye gibi çok kültürlü ve dinamik toplumlarda, bu ilkelere bağlılık, barışın sürdürülebilirliği için vazgeçilmezdir. Unutmayalım ki, barış ancak evrensel hukukla mümkündür; çünkü hukuk, insanlığın ortak vicdanının sesidir.
Birbirimizin yüzüne bakabilir hale gelme ısrarı ile, toplumsal barışı tesis etme temelli her adımın yeni bir ufuk yeni bir umut oluşturabilmesi dileğiyle.
Dr. Vahap AKTAŞ