Barış…
Barış…
Barış…
Egemenler ne zaman sıkışsa, ne zaman iktidarları sallansa, ne zaman halk yoksulluğun ve adaletsizliğin farkına varsa, ağızlarından tek bir kelime dökülür: Barış.
Ama bu ülkede kim kiminle savaş halinde?
İşçi ile işçi mi?
Kürt ile Türk mü?
Alevi ile Sünni mi?
Hayır.
Bu ülkede savaş, emek ile sermaye arasındadır.
Bu ülkede çatışma, üretenlerle sömürenler arasındadır.
Bu ülkede cephe, fabrika kapılarıyla saray duvarları arasındadır.
Marks’ın dediği gibi:
“Tarihin bütün dönemleri, sınıf mücadeleleri tarihidir.”
Bugün “barış” diye pazarlanan şey, halklar arasında bir uzlaşma değil;
sömürü düzeninin yeniden tahkim edilmesidir.
Sokakta insanlar zaten barış içinde yaşıyor.
Aynı otobüse biniyor,
aynı marketten pahalı ekmek alıyor,
aynı iş cinayetlerinde ölüyor,
aynı sefalet ücretine mahkûm ediliyor.
Bir fabrikada 500 işçi düşünün.
Patronun gözünde hepsi aynıdır:
artı-değer üreten bedenler.
Ücret belirlenirken kimliğe bakılmaz,
mezhebe sorulmaz,
etnik kökenle ilgilenilmez.
Çünkü kapitalizm için tek ayrım vardır:
Sermaye sahibi olanlar ve olmayanlar.
O yüzden “Kürt sorunu”, “Türk sorunu”, “inanç sorunu” diye konuşanlar,
asıl sorunu bilinçli olarak gizlerler:
Sınıf sorunu.
Bugün “çözüm süreci” diyen siyasetçiler,
dün grevleri yasaklayanlardır.
Bugün “barış” diyenler,
yarın işçi yürüyüşlerini coplatanlardır.
Bugün “demokrasi” diyenler,
seçimden sonra yargıyı saraya bağlayanlardır.
Bu bir çelişki değil.
Bu, burjuva siyasetinin doğasıdır.
Lenin’in söylediği gibi:
“Burjuva demokrasisi, sermayenin diktatörlüğünün en ince örtüsüdür.”
Türkiye’de yıllardır demokrasi deniyor ama uygulanmıyor.
Çünkü demokrasi;
işçinin yönetime katılmasıdır,
halkın karar süreçlerinde söz sahibi olmasıdır,
üretimin toplum yararına planlanmasıdır.
Bunlar gerçekleşirse,
sermaye sınıfı iktidarını kaybeder.
O yüzden demokrasi sadece bir slogandır,
barış ise sadece bir vitrin süsüdür.
Bir DEM Partili emekçinin söylediği şu söz her şeyi özetler:
“İstanbul’da dükkânlarım var. Kürdistan kurulursa Cizre’ye mi gideceğim?”
Bu söz, halkların değil,
sınıfların yaşadığını anlatır.
Sermaye, milliyet tanımaz.
Sermaye, sınır sevmez.
Sermaye için tek vatan vardır: kâr.
Bugün kavgayı çıkaran da,
barıştan söz eden de
aynı siyasal sınıfın temsilcileridir.
Cumhuriyet tarihine bakın.
İktidar değişir, parti değişir, söylem değişir.
Ama servet el değiştirmez.
Aileler aynıdır.
Holdingler aynıdır.
Sömürü aynıdır.
Gerçek barış,
meclis kulislerinde pazarlıkla gelmez.
Gerçek barış,
emekçinin sırtından yükselen saraylar yıkılmadan gelmez.
Gerçek barış;
üretim araçlarının toplumsallaştığı,
emeğin özgürleştiği,
sınıfların ortadan kalktığı bir düzende mümkündür.
Aksi halde “barış” dedikleri şey,
mezarlık sessizliğidir.
Ve biz o sessizliği değil,
örgütlü, bilinçli, sınıf temelli bir mücadeleyi savunuyoruz.




Ayakta alkışlıyorum.
Aynı görüş ve düşünceleri paylaşıyorum.
Teşekkür ederim Celal bey
Sevgili öğretmenim bu yazınız;
Oligarşik egemenlerin süslü kavramlarla gizlemeye çalıştığı çıplak gerçeği cesurca açığa çıkarıyor
Kimlikler üzerinden yaratılan yapay ayrımların arkasında duran asıl çatışmayı,
yani emek ile sermaye arasındaki uzlaşmazlığı net bir sınıf perspektifiyle ortaya koyuyor.
“Barış, demokrasi ve çözüm” söylemlerinin nasıl birer düzen restorasyon aracına Ortadoğu’nun emperyal güçleri ve işbirlikçileri tarafından dönüştürüldüğünü teşhir ederken;
Gerçek kurtuluşun ancak emekçilerin örgütlü, bilinçli mücadelesiyle olası olduğunu anımsatıyor.
Bu yazı, suskunluğa değil mücadeleye, vitrin sloganlarına değil sınıf gerçekliğine çağrıdır.
Saygı ve sevgiler sunuyorum